
Deyimler Sözlüğü
Sözlük içinde 3284 kelime var.
A
Abacı, kebeci, ara yerde sen neci?:
Olay ve konu hakkında yeterliliği, yetkisi olmayan kişiler için “Sen neden karışıyorsun?” anlamında kullanılır.
Abur cubur:
Yararlı olup olmadığı düşünülmeksizin rast gele yenen, yemek yerini tutmayan yiyecekler.
Aceleye getirmek (dara getirmek):
1) Bir işi gerektiği gibi yapmayıp, zaman darlığından yararlanarak birini aldatmak. “Tezgâhtar aceleye getirerek gömleğin defolusunu vermiş.” 2) Zaman darlığı sebebiyle gereken özeni göstermemek.
Açığı çıkmak:
Saklamakla görevli bulunduğu para, eşya veya başka bir şeyin sayım sonucu eksik olduğu anlaşılmak.
Açık fikirli:
Olayları, gelişmeleri, yenilikleri iyi anlayıp gereği gibi karşılayan; düşündüğünü olduğu gibi söyleyebilen kimse.
Açık kapı bırakmak:
Gerektiğinde bir konuya yeniden dönebilme imkânı bırakmak, kesip atmamak, ileriyi düşünerek ılımlı davranmak.
Açık vermek:
1) Geliri, giderini karşılamamak. 2) Ortaya çıkmaması gereken şeyi farkında olmadan belli etmek.
Açıkta kalmak (olmak):
1. İş ve görev bulamamak. 2. Yersiz yurtsuz kalmak. 3. kimilerinin elde ettikleri bir yarardan mahrum olmak.
Acısını çıkarmak:
1) Acılığını yok etmek. 2) Önceden uğradığı maddî ve manevî zararı sonradan gidermek. 3) Öç almak.
Açlıktan nefesi kokmak:
1) Çok fazla yoksulluk içinde bulunmak. 2) Uzun zaman bir şey yemediği anlaşılmak.
Adam / insan sarrafı:
Tecrübesi sayesinde insanların iyisini kötüsünü çabuk anlayacak duruma gelmiş kimse.
Adam etmek:
1) Eğitmek, yetiştirmek, belli bir seviyeye getirmek. 2) Tamir edip kullanılır hâle getirmek, bir yeri düzene sokmak.
Adam sırasına geçmek / girmek:
Toplumda kendisine daha önce değer verilmezken, artık kendisine önem ve değer verilir olmak.
Adını vermek:
1) Birinin adını bildirmek. 2) Biri tarafından salık verildiğini gönderildiği kimseye söylemek.
Aforoz etmek:
1) Kilise birliğinden çıkarmak. 2) Birini yakını olmaktan çıkarmak, ilgiyi kesip uzaklaştırmak, ilişkileri tamamen koparmak.
Ağır basmak:
1) Ağırlığı fazla gelmek. 2) Bir işte etkili olmak, gücü üstün gelmek, istediğini yaptırmak.
Ağız kalabalığına getirmek:
Birini gereksiz sözler söyleyip çok konuşmak yolu ile şaşırtmak, dikkatini dağıtıp aldatmak.
Ağız yapmak:
Birini aldatma, yanıltma, oyalama amacıyla duygularını, düşüncelerini olduğundan başka türlü gösterecek biçimde konuşmak.
Ağız, dil vermemek:
1) Söz söyleyemeyecek kadar hasta olmak. 2) Herhangi bir sebeple hiç konuşmamak, susmak.
Ağızdan laf (söz) çekmek / çalmak:
Bir kişinin bildiği şeyleri ustalıklı konuşmalarda ona sezdirmeden öğrenmek.
Ağzı açık ayran delisi:
Yeni gördüğü her şeye alık alık bakan, anlamsız bir hayranlıkla seyredip şaşıran.
Ağzı var dili yok:
1) Oldukça sessiz, sakin, kendi hâlinde. 2) Konuşmayıp susan, derdini anlatmayan.
Ağzına baktırmak:
Etkili, güzel konuşarak kendini zevk ile dinletmek, dinleyenleri kendisine hayran etmek.
Ağzına bir parmak bal çalmak:
Amacına ulaşmak için birini tatlı sözlerle bir süre oyalamak, kandırmak; umut verip ikna ederek işini yaptırmak.
Ağzından çıkanı kulağı işitmemek:
Sözlerini tartmadan, düşünmeden, öfke içinde, nere varacağını hesaplamadan konuşmak.
Ağzından girip burnundan çıkmak:
Çeşitli yollara başvurarak birini bir şeye razı etmek; veya kandırmak.
Ağzından laf almak / çekmek:
Bir kimseyi değişik yollarla ve ustalıkla konuşturup birtakım gizli şeyleri öğrenmek.
Ağzından yel alsın:
Olumsuz, kötü şeylerden bahsedenlere karşı “ağzını hayra aç” anlamında söylenir.
Ağzını açıp gözünü yummak:
Kızgınlık ile sonunu düşünmeden ağzına gelen kötü sözleri söylemek, karşısındakine hakaret etmek.
Ağzını bıçak açmamak:
Kırgınlıktan, üzüntüden ya da herhangi bir sebepten ötürü söz söyleyecek durumda olmamak.
Ağzını öpeyim / seveyim:
Sevindirici bir söz söyleyene “ne güzel, hoş söyledin” anlamında kullanılır.
Ağzının payını vermek:
Sert söz ve davranışlarla karşılık vererek bir kimseyi yaptığına pişman etmek.
Ağzının tadı kaçmak:
Rahatı kaçmak, huzurunu kaybetmek, bir kimsenin kurulu dirliği, düzenliği bozulmak.
Ağzının tadını bilmek:
1) Güzel yemeklerden anlamak. 2) Bir şeyin güzelini, iyisini bilmek, anlamak.
Ahret kardeşi:
Dünya ve ahiret işlerinde birbirlerinden ayrılmayan kimseler; kan bağı olmaksızın manevî olarak kurulan kardeşlik.
Ahrette on parmağı yakasında olmak:
Haksızlığa uğrayışını bu dünyada önleyip hakkını alamayanın, öte dünyada (ahirette) kendisine sorumlu olan kimseden davacı olması.
Akıl defteri:
Hatırlanıp yapılması gereken şeylerin yazıldığı küçük defter, muhtıra defteri, ajanda.
Aklı başına gelmek:
1) Zarar gördüğü işlerden uslanıp akıllıca davranmak. 2) Baygınlıktan ayılmak, kendine gelmek.
Aklı başından gitmek:
1) Çok korkudan veya çok sevinçten ne yapacağını şaşırmak. 2) Kafası çok yorulmuş olduğundan iyi düşünememek.
Aklına /aklını takmak:
Bir şeyi devamlı olarak düşünmek, bir fikre sürekli olarak zihninde yer vermek ve zihni onunla meşgul etmek.
Aklını (bir şeyle) bozmak:
1) Sapıtmak, delirmek. 2) Yalnızca ilgilendiği, üzerine düştüğü şeyle uğraşıp durmak, başka hiçbir mesele düşünmemek.
Aklını başına almak / toplamak / devşirmek:
Mantıksız, ölçüsüz davranışlarda bulunmaktan kendini kurtararak akıllıca bir yola girmek.
Aklını çalmak (çelmek):
1) Kararından, niyetinden vazgeçirip başka bir yola sokmak. 2) Baştan çıkarmak, ayartmak.
Akşamdan kavur, sabaha savur:
Kazandığını günü gününe harcayan, har vurup harman savuran, savruk kimselerin durumunu anlatmak için kullanılır.
Al gülüm ver gülüm:
1) Karşılıklı sevgi gösterisi. 2) Çokluk uygun olmayan işlerde birbirinin çıkarını kollamak.
Al takke ver külâh:
1) Bir mesele üzerinde uzun çekişmelerden sonra. 2) Senli benli, samimî dostluğu sürdürerek.
Alacağına şahin, vereceğine karga:
Alırken bütün gücünü kullanan ve kolaylık gösteren, kimsede parasını bırakmayan; verirken ise bin bir güçlük çıkaran, vereceğini geciktirmek için elinden geleni yapan kimse için kullanılır.
Alavere dalavere Kürt Mehmet nöbete :
Bir işte bütün yükü sorumluluğu yetersiz kişiye bırakma durumunda söylenir.
Alçak gönüllü olmak:
Gurur ve kibre kapılmayıp kendini olduğundan daha aşağı düzeyde sayma, başkalarından yüksek görmeme durumu.
Ali’nin külâhını Veli’ye, Veli’nin külâhını Ali`ye giydirmek:
Kendi sermayesi olmadığı hâlde, birinden aldığını ötekine, ötekinden aldığını bir başkasına vererek işini yürütmek.
Allah aratmasın:
Yakınılacak bir durumda, bir şeyin hiç bulunmaması hâlindeki sıkıntı anında “Allah daha kötüsünü göstermesin” anlamında kullanılır.
Allah aşkına:
Yemin vermek veya yalvarmak için “Allah’ını seversen” anlamında şaşma, usanç bildirir.
Allah versin:
1) Dilenciyi savmak için “bekleme, sadaka vermeyeceğim” anlamında söylenir. 2) İyi şey elde edenlere memnunluk bildirmek için, kimi zaman da takılma ve şaka için söylenir.
Alnı açık yüzü ak (olmak):
Herhangi bir ayıbı, çekinecek bir durumu olmamak, iffetli ve şerefli olmak.
Alnını karışlamak:
1) Bir işin çok güç olduğunu, yapılamayacak kadar zor olduğunu anlatır. 2) Küçümseyerek meydan okumak, tehdit etmek.
Alnının akıyla:
Küçümsenecek, ayıplanacak bir duruma düşmeden; tertemiz, şerefiyle, başarılı olarak.
Altı kaval, üstü şeşhane /Şişhane:
Daha çok giyim için “altı, üstüne; bir parçası öbür parçasına uymaz.” anlamında kullanılır.
Altından Çapanoğlu çıkmak:
Girişilen bir işte başa dert olacak bir durumla, umulmayan bir tehlike ile karşılaşmak.
Altından girip üstünden çıkmak:
Bir serveti, bir parayı, bir kaynağı gereksiz yere, düşüncesizce, sorumsuzca harcayıp kısa zamanda bitirmek.
Altını üstüne getirmek:
1. Bir şeyi bulmak için aramadık yer bırakmamak. 2. Söz ve davranışlarıyla çevreyi birbirine düşürmek, karmakarışık etmek.
Altmış altıya bağlamak:
O an ki durumu temelli olmayan bir çözümle kurtarmak veya bir işi kesin neticeye vardırmış gibi görünmek.
Altta kalanın canı çıksın:
“Herkes başının çaresine baksın, güçsüzleri düşünme, gücü yetmeyene ne olursa olsun” anlamında kullanılır.
Alttan / aşağıdan almak:
Sert konuşan birine karşı yumuşak, olumlu, onu haklı görüyormuş gibi tavır almak.
Aman dedirtmek (amana getirmek):
Karşı koyan birini boyun eğmek zorunda bırakmak, teslim olmaya zorlamak.
Aman dilemek:
Önce direnirken zor karşısında boyun eğip canının bağışlanmasını istemek, galip gelenin merhametine sığınmak.
Ana baba günü:
1) Mahşer günü. 2) Sıkıntılı kalabalık; telâşlı, tehlikeli, kimsenin kimseyi tanımadığı kalabalık.
Ana kuzusu:
1) Pek küçük kucak çocuğu. 2) Sıkıntıya, güç işlere alışkın olmayan, nazlı çocuk veya genç.
Anan yahşi, baban yahşi:
Bir kimseyi işini yaptırabilmek için pohpohlamak, gereğinden fazla överek istediğini elde etmeye çalışmak.
Anasından emdiği süt burnundan (fitil fitil) gelmek:
Bir işi yaparken çok sıkıntı çekmek, eziyete katlanmak.
Anca beraber, kanca beraber:
Birbirimizden ayrılmayacağız, işler iyi de gitse, kötü de gitse hep birlikte yapacağız, beraberliği bozmayacağız.
Araları açılmak / bozulmak:
İyi ilişkileri, dostlukları, arkadaşlık bağları kopmak; birbirlerine dargın hâle gelmek.
Aralarından kara kedi geçmek (veya aralarına kara kedi girmek):
İyi anlaşan iki kişinin veya dostun ilişkileri bozulmak, aralarına soğukluk girmek, birbirlerine gücenmek.
Araya girmek:
1) İki kişinin arasındaki bir işe karışmak. 2) Araları bozuk olan iki kişiyi uzlaştırmaya çalışmak. 3) Yapılmakta olan bir işin yapılmasını geciktirmek.
Arayı yapmak:
1. Arası bozuk olan kimse ile barışmak. 2. Arası açık olan iki kişiyi uzlaştırıp, barıştırmak.
Â
Ârif olan anlasın /anlar:
Üstü örtülü olarak söylenen bir sözün, anlayışı kuvvetli kimselerce anlaşılabileceğini belirtmek için kullanılır.
A
Arka kapıdan çıkmak:
Özellikle bir eğitim kurumundan, bir iş yerinden hiçbir varlık gösteremeden, bir şey öğrenemeden ayrılmak.
Arkadan söylemek:
Bir kimsenin bulunmadığı yerde onun hakkında ileri geri konuşmak, dedikodusunu yapmak, çekiştirmek.
Arkası / sırtı pek:
1) Soğuktan muhafaza edecek biçimde giyinmiş, iyi giyinmiş olan. 2) Güçlü bir kimseye ya da yere güvenen.
Arkası /sırtı yere gelmemek:
1) Sarsılmamak, sağlam ve sağlıklı durumunu sürdürmek. 2) Hiç yenilgi yüzü görmemek.
Arkasına düşmek:
1. Birini gözden ayırmayarak arkasından gitmek. 2. Bir işi sona erdirmek için çok sıkı çalışmak.
Arkasında dolaşmak / gezmek:
Bir işi sonuca bağlamak için ilgili yerlere giderek görüşme fırsatı aramak, onların yardımını sağlamak.
Armut piş, ağzıma düş:
Bir işin hiç emek harcamadan olmasını, kendiliğinden hazır olup ayağına gelmesini bekleyenlerin durumunu anlatmak için kullanılır.
Arpacı kumrusu gibi düşünmek:
Derin derin ne yapacağını bilemeden, çaresizlik içinde düşünüp durmak.
Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık:
Sakıncalı oluşları eşit olan iki karşıt davranıştan birine karar verememe zorunluluğunu anlatmak için kullanılır.
Asıp kesmek:
1) İşkence etmek, zalimce tavırlarda bulunmak. 2) Tehdit etmek, zalimce davranışlarda bulunacakmış gibi konuşmak.
Askıda kalmak :
Bir engel çıkması dolayısıyla bir işin sonuca varamaması, yapılamayıp öylece kalması.
Askıya almak:
1) Geciktirmek, belirsiz olarak ertelemek, bir işi zamanında yapmayıp savsaklamak. 2) Altı boşalmış yapıyı dikmelerle tutturarak yıkılmaktan kurtarmak.
Askıya çıkarmak:
Evlenecek kimselerin nikâhtan önceki durumlarını gösterir belgelerin, belirli bir süre için ilgili dairede görünür bir yere asılması, ilân edilmesi.
Astarı yüzünden pahalı olmak:
Bir işin ayrıntısına ödenen paranın aslına ödenen paradan fazla olması, gerçek değerinden fazlaya mal olması.
Astığı astık, kestiği kestik:
Davranışlarından dolayı kimseye hesap vermeyen, istediği gibi davranan, çok sert kimseler için kullanılır.
At oynatmak:
1) Ata hüner göstermek. 2) Bildiği ve istediği gibi davranmak. 3) Belli bir alanda üstünlük kurmak.
Ata et, ite ot vermek / yedirmek:
Uygunsuz iş yapmak; birbirini tamamlayan, birbirine uyan unsurları ters kullanmak; kişilere işlerine yaramayan şeyi, ilgili olmadıkları görevi vermek.
Ateş almak:
1) Yanmak, tutuşmak. 2) Ateşli silâhın patlaması. 3) Telâşlanmak, öfkelenmek, heyecanlanmak, coşmak.
Ateş basmak:
Aşırı ölçüde sıkılmak, heyecanlanmak, utanmak sonucu vücutta sıcaklığın artması, yüzün kızarması.
Ateş kesilmek:
1) Çok kızgın, öfkeli davranışlar göstermek. 2) Çok çalışkan, hareketli ve becerikli olmak. 3) Ateşli silâhlarla yapılan atışa son vermek.
Ateşe vermek:
1) Bir yeri bilerek yakıp yok etmek. 2) Aşırı ölçüde telâşlandırmak. 3) Bir toplumu, bir ülkeyi kargaşalık içine sürükleyerek yıkıma uğratmak.
Ateşle oynamak:
Çok tehlikeli, zarar verecek bir işin üstüne üstüne gitmek ya da böyle bir işe girişmek.
Atıp tutmak:
1) Kendi gücünü aşacağı işler yapacağını söylemek, abartılı konuşmak. 2) Birisinin arkasından ileri geri konuşmak, kötü sözler etmek.
Atsan atılmaz, satsan satılmaz:
İşe yaramadığı, sıkıntı verdiği hâlde vazgeçilemeyen şeyler ve kimseler için kullanılır.
Attan inip eşeğe binmek:
Bulunduğu dereceden, mevkiden, önemli görevden daha aşağı bir yere inmek veya alınmak.
Avaz avaz (avazı çıktığı kadar) bağırmak:
Olanca gücüyle bağırmak; sesi yettiği kadar, var gücüyle bağırmak.
Ayağa düşmek:
1) Bir şeyin değerini kaybetmesi. 2) Yalvarır duruma gelmek. 3) İşe ilgisiz ve yetkisiz kimseler karışır olmak.
Ayağa kalkmak:
1) İyileşmek. 2) Saygı göstermek için oturma durumundan ayak üzeri duruma geçmek. 3) Telâşlanmak, heyecanlanmak. 4) Dikilmek, ayakları üzerinde durmak.
Ayağı (ayakları birbirine) dolaşmak:
Yürürken herhangi bir sebepten ötürü ayakları birbirine takılmak, sendelemek.
Ayağı / ayakları suya ermek / değmek:
Neden sonra aklı başına gelmek, bir şeyin aslını anlamak, beklenen biçimde olmadığını kavramak.
Ayağına / ayaklarına kara su inmek:
Bir yerde ayakta beklemekten veya uzun süre dolaşmaktan çok yorulmak.
Ayağına dolaşmak / dolanmak:
1) Birisinin yaptığı işe engel olmak. 2) Başkasına yaptığı kötülük kendi başına gelmek.
Ayağını denk almak:
Birilerinin kendisine karşı yapacakları muhtemel kötülüklere karşı uyanık davranmak, tedbirli olmak.
Ayağını kesmek:
1) Bir yere gitmez, uğramaz olmak. 2) Birini bir yere artık uğramaz duruma getirmek.
Ayağını sürümek:
1) Verilen bir görevi ağırdan yapmak. 2) Bir yerden ayrılmak üzere bulunmak. 3) Ölmek üzere olmak. 4) Halk inanışına göre birinin gelmesi, ardından başkalarının da gelmesine yol açmak.
Ayağının altına almak:
1) Acımasızca, tekmelerle kıyasıya dövmek. 2) Bir şeyi küçük görerek ondan faydalanma yoluna gitmemek, o şeyi tepmek.
Ayak altında kalmak:
1. Hor görülüp aşağılanmak, değer verilmemek. 2. İnsanların sık gelip geçtiği yerde, kalabalık içinde kalmak.
Ayak uydurmak:
1) Adımlarını başkasınınkine uydurmak. 2) Kendi gidiş ve davranışını başkasınınkine benzetmek.
Ayaklı kütüphane:
Çok şey okumuş, her sorulana cevap veren, çok şey bilen, okudukları aklında kalmış kimse.
Ayıkla pirincin taşını:
Bir işin oldukça karışık, dolaşık, içinden çıkılması güç olduğunu anlatmak için kullanılır.
Ayılıp bayılmak:
1) Sinir krizi geçirmek, bunalıma düşmek. 2) Birini kendinden geçercesine sevmek, beğenmek.
B
Bahar başına vurmak (birinin) :
1. Havalar iyice ısınmadan ince giyinmek. 2. Coşkun, taşkın, aşırı davranışlarda bulunmak.
Bahse girmek (biriyle):
Onunla herhangi bir konuda kendi görüşünün doğru olduğuna ilişkin iddiaya girmek.
Bahtı bağlı olmak:
1. İşleri İstediği gibi yürümemek. 2. Evlenecek çağa gelmiş kıza kısmet çıkmamak; kısmeti bağlı olmak.
Baklayı ağzından çıkarmak:
Gizli tuttuğu şeyleri açıklamak, söyleyemediği şeyleri sabrı tükenince söylemek.
Bam teline basmak (dokunmak) (birinin) :
Bir kimseyi duyarlı olduğu bir konuda kızdıracak söz söylemek, davranışta bulunmak.
Bana (sana, ona) göre hava hoş :
“Öyle ya da böyle olması benim (senin, onun) için fark etmez.” anlamında.
Bardağı taşıran son damla :
Sonunda insanın sabrını tüketen, olumsuz tepki yaratan söz, davranış vb.
Barut fıçısı gibi:
1. Her an bir çatışmanın çıkabileceği olasılığı bulunan (yer). 2. Çok kızgın, öfkeli, sert (kimse).
Baş baş :
Küçük çocukların “Allaha ısmarladık” anlamında ellerini başlarına götürmelerini sağlamak için söylenen söz.
Baş başa vermek :
Görüş alışverişinde bulunmak amacıyla bir araya gelmek, bir iş için güçlerini birleştirmek; kafa kafaya vermek.
Baş döndürücü :
1. (Hız ve sürat için) Olağanüstü. 2. Baygınlık veri ci. 3. Korku verici, korkutucu. 4. Sarhoş edici. 5. Çok büyük, büyük hayranlık uyandıran.
Baş edememek (bir şeyle, biriyle) :
1. O işi başaramamak; o işin üstesinden gelememek. 2. O kimsenin söz ve davranışlarını düzeltememek.
Başa geçmek:
1. Yönetici mevkiine geçmek, yönetimde en üst yeri almak. 2. önem bakımından ilk sıraya geçmek.
Başa güreşmek:
1. Yağlı güreşte; güreşçiler, başpehlivanlık sanını kazanmak için yarışmak. 2. En üstün dereceyi almak için mücadele etmek.
Basamak yapmak (bir şeyi, birini) :
Bir kimseden ya da durumdan, daha yüksek bir yere gelebilmek için yararlanmak.
Başı (baş) çekmek:
1. Bir işte ön ayak olmak, bir işin yapılmasında öncü olmak. 2. Halayın başında bulunup oyunu yönetmek.
Başı ağrımak :
Bir işi, kararı vb. nedeniyle sorumlu olmak; bu konulardaki olumsuzluklardan etkilenmek, üzülmek.
Başı altından çıkmak (birinin) :
Kötü bir durum onun tasarım ve girişimiyle meydana gelmek; kafasının altından çıkmak.
Başı dönmek:
1. Dengesini yitirip düşecek gibi olmak. 2. Kötü bir şey karşısında bunalmak, sıkılmak. 3. Görkemli, ilk kez görülen bir şey karşısında şaşırıp kalmak. 4. Ulaştığı zenginlik ya da mevki nedeniyle şımarıkça davranışlarda bulunmak.
Başı dumanlı:
1. (Dağ için) Tepesini, doruğunu sis bürümüş. 2. İçkiden sarhoş olan ya da sevgi nedeniyle kendinden geçen (kimse); kafası dumanlı. 3. Açık seçik düşünebilecek, karar verebilecek, durum da olmayan
Başı göğe ermek (değmek) :
Beklenmedik bir anda büyük bir mutluluğa kavuşmak; bundan ötürü çok böbürlenmek. (Kimi zaman alay yolu kullanılır.)
Başı hoş olmamak (bir şeyle), (biriyle) :
1. Ondan hoşlanmamak. 2. O kimseyle arası bozuk olmak; kafası hoş olmamak.
Başı için (birinin) :
Değer verilen kişinin hayatı söz konusu edilerek kullanılan ant ya da yalvarma sözü.
Başı kazan gibi olmak :
1. Gürültü, vb’den çok rahatsız olmak. 2. Çalışmak vb’den dolayı zihinsel yorgunluk duymak; kafası kazan gibi olmak.
Başı tutmak:
Gürültü, fazla konuşma, üzüntü ya da başka bir nedenle başı ağrımaya başlamak; kafası tutmak.
Başına bela etmek (birini, bir şeyi) :
Onu kendisine sıkıntı verecek bir durumu getirmek; o şeyin kendisini tedirgin edecek duruma gelmesine neden olmak.
Başına belayı satın almak :
Rahatsız edici, üzücü olduğu sonradan anlaşılan bir işe kendi isteğiyle girişmiş olmak.
Başına bir şey (bela, hal, İş, kaza vb) gelmek :
Kötü bir duruma düşmek, istenmeyen bir durumla karşılaşmak.
Başına bitmek (birinin) :
İstemediği halde yanına gelip bir türlü oradan ayrılmamak, ısrarlı isteklerde bulunmak.
Başına buyruk :
1. Hiç kimseden izin almak gereğini duymadan, istediği gibi davranan. 2. özgür, bağımsız (bir biçimde).
Başına kakmak :
Yaptığı iyiliği, iyilik yaptığı kimsenin yüzüne karşı söyleyerek onu incitmek; kafasına kakmak.
Başında paralansın (parçalansın) :
Yapılan bir iyilik çok söylendiğinde ya da pek bir işe yaramadığında, o iyiliğin artık istenmediğini belirten söz; kafasında paralansın.
Başından (aşağı) kaynar su (sular) dökülmek :
Üzücü, utandırıcı bir olay, durum karşısında büyük bir sıkıntı duymak; vücudunu sıcak bir ter basmak; kafasından kaynar su dökülmek.
Başından atmak (defetmek) (birini) (bir şeyi) :
1. Rahatsızlık veren, artık sıkıcı olan bir kimseyle ilişkiye son vermek. 2. Yapılması güç olan ya da çok zaman alacak olan bir işi bırakmak.
Başından büyük işlere girişmek (kalkışmak) :
Bilgi, beceri ve yetkisini aşan işleri yapmak istemek, bunlara yeltenmek.
Başından geçmek:
Söz konusu olayı (olayları) yaşamış olmak; söz konusu durumla daha önce karşılaşmış olmak.
Başını (bir şeyden) kaldırmamak (kaldıramamak) :
1. Bir işi yaparken hiç ara vermemek, o işin gidişini bozacak başka bir iş yapmamak; kafasını kaldırmamak. 2. Hasta bir türlü iyileşip ayağa kalkamamak; kafasını kaldırmamak.
Başını ağrıtmak :
1. Gereksiz, yersiz sözlerle bunaltmak. 2. Tedirgin etmek, uğraştırmak, can sıkmak; kafasını ağrıtmak.
Başını alıp gitmek (kaçmak, savuşmak):
1. Hiç kimseye danışma dan, haber de vermeden bulunduğu yerden uzaklaşmak. 2. (Fiyat, ücret, faiz vb) Gittikçe artmak, yükselmek.
Başını belaya (derde) sokmak (salmak) :
Hiç gereği yokken bir kimseyi sorumlu kılan, başını ağrıtan bir duruma itmek.
Başını dinlemek :
Kalabalıktan, gürültüden uzak, sessiz sakin bir yerde dinlenmek; kafasını dinlemek.
Başını döndürmek :
1 .(Korku, içki, tütün vb) Baygınlık vermek, bayılacak duruma getirmek. 2. Çok beğenmek, büyük bir ilgi duymak.
Başını gözünü yarmak :
Bir işi istenildiği gibi yapmamak; o işi kusurlu, eksik bir biçimde yapmak; kafasını gözünü yarmak.
Başını kaşımaya vakti olmamak (başını kaşıyacak durumda olmamak) :
İşleri çok ve sıkışık durumda olmak; kafasını kaşımaya vakti olmamak.
Başını şişirmek :
Çok konuşmak ya da gürültü vb. ederek başının ağrımasına yol açmak; kafasını şişirmek.
Başını taşa (taştan taşa) vurmak :
Bir fırsatı kaçırınca ya da başarısızlığa uğrayınca çok üzülmek, kafasının taştan taşa vurmak.
Başını yemek (birinin):
1. Bir kimsenin tehlikeli, güç bir duruma düşmesine yol açmak. 2. Öldürmek, ölümüne yol açmak.
Başının altından çıkmak (bir şey, birinin):
Kötü bir şey birinin, kurnazca hazırladığı bir plana göre yapılmak; kafasının altından çıkmak.
Başının etini yemek :
Birisinden ısrarla, bıkkınlık verecek ölçüde bir şeyler istemek; kafasının etini yemek.
Baskın yapmak :
1. Bir kimseyi suçüstü yakalamak İçin bulunduğu yere ansızın girmek. 2. Düşmana beklemediği bir anda saldırı düzenlemek. 3. Haber vermeden konuk gitmek, ziyarete gitmek.
Baskına uğramak :
1. Düşmanın ani ve beklenmedik saldırısına uğramak. 2. Suçüstü yakalanmak. 3. Bir doğa afetinden büyük ölçüde etkilenmek.
Bastığı yeri bilmemek:
Sevinç, heyecan, vb. etkisiyle davranışlarını denetleyememek, şaşırmak, ne yaptığını bilememek.
Batta olmak (birine): Birisinden ısrarla, bıkkınlık verdirecek ölçüde bir şeyler istemek; ona asılmak.
Belini bükmek (bir şey, bir kimse birinin):
O, söz konusu kimsenin çaresizlik içinde kıvranmasına yol açmak.
Belini kırmak:
1. Fena halde dövmek. 2. Hırpalamak, bir şey yapamaz duruma getirmek. 3. Bir işin en güç kısmını yapıp bitirmek, kolaylaştırmak
Ben derim bayram haftası, o anlar mangal tahtası:
"Benim söylediklerimden bambaşka şeyler anlıyor, anlamlar çıkarıyor." anlamında.
Bende (sende, onda) o göz var mı? :
Bunlara inanacak kadar saf mıyım? (saf mısın?) , (saf mı?).” anlamında.
Benden günah gitti (Benden söylemesi) :
“Ben görevimi yaptım, gerekeni söyledim; bundan sonrası için sorumluluk kabul etmem.” anlamında.
Benden uzak olsun da, Mısır’a sultan olsun :
“Söz konusu kimse, nerede, hangi mevkide olursa olsun, yeter ki benden uzakta bulunsun.” anlamında.
Benim oğlum bina olur, döner döner yine okur:
Hiçbir sonuca varmadan aynı şeyleri yineleyip duran kimse için alay yollu söylenir.
Bereket versin (bereket ki, bereket versin ki) :
1. “Tanrıya şükür ki.” anlamında yaşanılan kötü bir durum için söylenir. -2. “Tanrı size bol para versin.” anlamında iyi dilek sözü.
Besledik büyüttük danayı, (şimdi) tanımaz oldu anayı:
“0 kimseyi biz yetiştirdik, bu hale getirdik, şimdi yüzümüze bile bakmıyor.” anlamında.
Beti benzi kalmamak (atmak, uçmak, kireç kesilmek):
Korku, üzüntü vb. nedeniyle yüzünden kan çekilmek; benzi atmak.
Beti bereketi olmamak (kaçmak) :
1. Yiyecek çabuk tükenir olmak. -2. Paranın satın alma gücü düşmek.
Bey devesi (danası) gibi yan gelip geviş getirmek :
Hiçbir işe el sürmeden keyfince yiyip içmek, yaşamak.
Beyin göçü:
Özellikle az gelişmiş bir ülkenin yetişmiş, nitelikli bilim adamlarının çalışmak üzere gelişmiş ülkelere gitmesi olgusu.
Bildiğinden şaşmamak:
Hiçbir şeyden etkilenmeyip, doğru saydığı davranışını sürdürmek. (Kars. Gürültüye pabuç bırakmamak.)
Bilmiyorsun (bilmediğin) bu boku, git mektebinde oku :
“Mademki bu şeyi bilmiyorsun, niçin uğraşıp duruyorsun? Bari öğren, sonra gel, uğraş.” anlamında.
Bin dereden su getirmek :
Birini kandırmak için bir yığın gerekçe ileri sürmek, aldatıcı sözler söylemek; kırk dereden su getirmek.
Bindiği dalı kesmek:
Yarar sağladığı bir şeyi ortadan kaldırmak, kendisi için zararlı duruma getirmek.
Binin yarısı beş yüz o da ben de yok :
Düşünceli kimseleri avutmak için teselli mahiyetinde söylenir.
Bir abam var atarım nerede olsa yatarım :
“Yalnız yaşayan bir kimseyim, basit bir yaşama tarzım vardır, her yerde kalabilirim.” anlamında.
Bir aşağı bir yukarı (dolaşmak, yürümek) :
Amaçsızca, bir yerde oradan oraya (dolaşmak, yürümek vb.)
Bir atımlık (atım) borutu olmak (kalmak) :
Bir konuda yapabileceği pek az şey kalmak; gücü, olanakları tükenmeye başlamak.
Bir bardak suda fırtına koparmak :
Önemsiz denecek kadar küçük bir sorunu büyütüp, kavga konusu yapmak.
Bir ben bilirim, bir de Allah :
“Çektiğim sıkıntı ve üzüntüleri ben ve Allah’tan başka kimse bilmez.” anlamında.
Bir çuval inciri berbat / murdar etmek :
Yolunda giden bir işi, yanlış bir hareketle ya da sözle bozmak.
Bir dokun bin ah işit / dinle:
“İnsanların dertlerini biraz deşmeye gör; hemen her türlü şikâyetlerini dile getirirler.” anlamında.
Bir elin beş parmağı gibi:
Birbirinden hiç ayrılmayan; aralarında her hangi bir ayırım gözetilmeyen (kimseler).
Bir hal olmak :
1. Bir şeyi çok yapmaktan usanmak, bıkmak; fenalık gelmek. 2. Davranışlar, huyu değişmek. 3. Bir kazaya uğramak, ölmek.
Bir köroğlu bir ayvaz:
Kan kocanın çocuklarının olmadığını, yalnız yaşadıklarını belirtmek için söylenir.
Bir köşeye ayırmak (atmak, koymak) (bir şeyi):
Bir şeyi gerektiğin de kullanmak üzere bir yere koymak, biriktirmek, saklamak.
Bir kulağından girip öteki (öbür) (bir) kulağından çıkmak :
Söylenilenlere önem vermemek, hiç uymamak, onları dikkate almamak.
Bir paralık etmek (birini):
Onu utanılacak bir duruma düşürmek, rezil etmek; beş (on) paralık etmek.
Bir saati bir saatine uymamak:
Tutum ve davranışları sürekli değişmek, tutarsız olmak; saati saatine uymamak.
Bir şeyler (şey) olmak :
1. Huy ve davranışları değişmek. 2. Fenalık gelmek, bayılacak gibi olmak. 3. Herhangi bir kötü durum başından geçmek.
Bir türlü :
1. Ne yapıp yapıp; hiçbir biçimde. 2. (Yinelemeli biçimde) Bir eylemin yapılması ile yapılmamasının aynı derecede tedirginlik verici olduğunu belirtir. 3. Bir başka çeşitten.
Bire (beş, on, yüz…) vermek :
(Buğday, arpa, nohut, fasulye gibi ürünler için) Toprak atılan tohumun belli bir katı kadar ürün vermek.
Biri, bir şey bir yana, dünya bir yana :
Bir kimseye ya da şeye aşırı ölçüde değer verildiği zaman kullanılır.
Boğuntuya getirmek :
Şaşırtma yoluyla birisine yüksek fiyatla mal satmak ya da düşünmesine fırsat vermeden bir şeyi kabul ettirmek.
Borusunu çalmak (birinin):
Çıkar sağlanan kimsenin hoşuna gidecek, düşüncelerine uygun düşecek davranışlarda bulunmak.
Boş atıp dolu tutmak (vurmak):
1. Umutsuz gibi görünen bir işten olumlu sonuç almak. 2. Doğruluğuna inanmadan söylenilen sözün doğru çıkması.
Boyacı küpü değil ki (hemen daldırıp çıkarasın) :
“Bu iş o kadar kolay ve çabuk yapılamaz, belli bir emek ve zamana ihtiyacı vardır.” anlamında.
Böylesine can kurban :
"Benzerlerine oranla daha iyi, daha güzel olanlar için her türlü fedakârlığa katlanır." anlamında.
Boyunun ölçüsünü olmak :
Giriştiği bir işte başarısızlığa uğrayıp beceriksizliğini ya da yetersizliğini anlamak.
Bozguna uğramak (bozgun vermek, bozgun yemek) :
Bir karşılaşmada, savaşta yenilip perişan bir duruma düşmek.
Bozuk para gibi harcamak (birini):
Bir kimsenin değerini sıfıra indirmek, onu başkalarının yanında küçük düşürmek.
Bozuntuya vermemek :
Olup bitenleri anlamamış, görmemiş, söylenenleri duymamış gibi davranmak, durumu İdare etmek.
Bu abdestle çok namaz kılınır:
“Küçümsenen bu tutumla, inanışla ya da araçla işler daha çok yürütülür.” anlamında.
Bulunmaz Hint (Bursa) kumaşı mı? :
“Az bulunur, çok değerli bir şey ya da kimse değil ya!” anlamında alay yollu söylenir.
Burnu havada (burnu büyük, burnu Kaf dağında):
Kibirli, herkese yukarıdan bakan kimse için söylenir.
Burnundan (fitil fitil) gelmek :
Elde ettiği güzel bir şey, sonradan olan tatsızlıklar nedeniyle kendisine zehir olmak; ağzından burnundan gelmek.
Burnundan kıl aldırmamak:
Kendisine hiçbir söz söyletmemek, huysuz ve gururlu olmak, eleştiriye tahammülü olmamak.
Burnunun dikine (doğrusuna) gitmek :
Başkalarının öğütlerine kulak asmayıp kendi bildiği gibi davranmak.
Büyük (laf, söz) söylemek :
Yapıp yapamayacağı belli olmayan bir iş konusunda kesin konuşarak övünmek.
Büyük oynamak :
1. Büyük para ile kumar oynamak. 2. Bir işe risklerini, zararlarını göze alarak girişmek.
Buzdolabına koymak (bir şeyi):
Bir sorunun çözümünü ileriki bir tarihe bırakmak. (Karş. Askıya almak.)
Ç
C
Cadı kazanı (gibi):
Fesadın ve dedikodunun çok olduğu, herkesin birbirine düştüğü, türlü düşmanlıkların kaynaştığı, hile ve düzenlerin kurulduğu yer.
Ç
C
Ç
Çam devirmek:
Farkında olmadan karşısındakini kıracak ya da kötü bir sonuca yol açacak söz söylemek, davranışta bulunmak.
C
Ç
C
Can damarına basmak:
Bir işin en önemli noktası üzerinde durmak, ya da bir şeyin en duyarlı noktasını açığa çıkarmak.
Can dayanmamak:
Bir acı, üzüntü, sıkıntı ve istek karşısında direnme gücü kalmamak; dayanıklılığı yitirmek.
Can evinden vurmak:
En etkileyici, en can alıcı yönden saldırmak; bir daha yaşama imkânı kalmayacak şekilde vurmak.
Can kaygısına düşmek:
Her şeyi bırakıp, içine düştüğü tehlikeden varlığını kurtarma ve koruma çabasında olmak.
Can pazarı:
Herkesin kendi canının kaygusuna düştüğü ve kendi canını kurtarmaya çalıştığı tehlikeli bir durum, yer.
Can sıkıntısı:
Yapılacak iş ve bir şeyle oyalanma imkânı bulamamaktan duyulan tedirginlik, içine düşülen bunalım.
Can yakmak:
1. Üzmek, acı vermek. 2. Zulmetmek, eziyet etmek. 3. Bir kimseyi büyük zarar ve ziyana sokmak.
Ç
C
Canına kıymak:
1. İntihar etmek, kendini öldürmek. 2. Acımadan öldürmek. 3. Kendini yoracak, yıpratacak kadar iş görmek.
Canına okumak:
1. Bir kimseye büyük bir zarar vermek, kötülük etmek. 2. İyi bir şeyi kötü hâle getirmek, heder etmek, harcamak.
Ç
C
Canına yandığım (yandığımın):
Kimi zaman sevgi ve hayranlık, kimi zaman da kızgınlık ve öfke gibi duyguları anlatmak için kullanılır.
Canından bezmek:
Çektiği sıkıntılar yüzünden içinde olduğu hayatı artık istemeyecek bir duruma gelmek.
Canını sokakta bulmak:
Sağlığını koruması, kendini yıpratmaması ve tedbir alması gerektiğini anlatmak için kullanılır.
Canını vermek:
1. Hiçbir şey esirgememek. 2. Bir şey uğrunda en değerli varlığını feda etmeye, hatta ölmeye hazır olmak. 3. Bir şeye aşırı ölçüde düşkün olmak.
Canını yakmak:
1. Fizikî acı vermek. 2. Bir kimseyi zarara ya da sıkıntıya sokmak; üzmek, kaygılandırmak.
Canla başla:
Seve seve, her türlü zorluğa göğüs gererek, var gücüyle, hiçbir fedakârlıktan kaçınmayarak.
Canlı yayın:
Kişilerin ses ve davranışlarını o anda ve doğrudan doğruya veren radyo ve televizyon yayını.
Ç
Çantada (torbada) keklik:
"Ele geçirilmesi o kadar kesin ki elde edilmiş sayılır" anlamında kullanılır.
Çaptan düşmek:
Önceleri iyi olan durumu sonradan bozulmuş olmak; çalışma gücü, verimi tükenmiş olmak.
Çarıklı erkânıharp:
Daha ziyade öğrenimi olmayan ama kafası çalışan, kurnaz ve uyanık köylüler için şaka yollu kullanılır.
C
Cart kaba kâğıt:
Yüksekten atan, yapamayacağı şeyleri yapar gibi konuşan, çalım satan kimselere karşı söylenen küçümseme ünlemi.
Ç
Çayı görmeden paçaları sıvamak:
Ham hayaller kurmak; henüz zamanı gelmediği hâlde yapılacak bir iş, meydana gelebilecek bir olay için hazırlıklara girişmek.
C
Cehennem azabı:
1. Çok büyük sıkıntı, eziyet. 2. İman etmeyenlerin, kâfirlerin, günahkârların cehennemde çekecekleri ceza.
Ç
Çekeceği olmak:
Çok acı çekeceği, sıkıntıya gireceği bir iş ya da durumla karşılaşacağı sezilir olmak.
Çekişe çekişe pazarlık (etmek):
Bir malı ucuza almak, ya da pahalıya satmak için titizce uzun süre yapılan pazarlık.
Çelme takmak:
1. Ayağını bacağına geçirerek yıkmaya çalışmak. 2. Bir işin gelişmesini engellemek veya bir kimsenin iyi yürüyen işini bozmak.
C
Cemaziyülevvelini bilmek:
Bir kimsenin herkesçe bilinmeyen, geçmişteki kötü bir yönünü veya kötü durumunu bilmek.
Ç
C
Ç
Çetin ceviz:
1. Kırılması zor, kabuğu sert ceviz cinsi. 2. Yola getirilmesi, yenilmesi zor rakip; başarılması güç iş.
C
Ç
Çevir kaz (kazı) yanmasın:
Karşısındakini kıracak bir söz söylediğini fark edip de çevirmeye kalkışanlara şaka yollu söylenir.
Çiğ yemedim ki karnım ağrısın:
"Herhangi bir suç işlemedim ki korku duyayım, işi eksik yapmadım ki olumsuz sonuçtan kaygılanayım" anlamında kullanılır.
C
Ç
Çiğlik etmek:
İnsana yakışmayan; olgunluğa, yaşa uygun düşmeyen yersiz ve kaba davranışlarda bulunmak.
C
Ç
Çil yavrusu gibi dağılmak:
Toplu hâlde bulunan insanların her biri, herhangi bir sebeple bir yana dağılmak.
Çile çıkarmak:
1. Sıkıntılı bir işin veya durumun sona ermesini beklemek. 2. Tasavvufta bir müridin belli bir eğitim safhasından geçmesi.
C
Ç
Çirkefe taş atmak:
Edepsiz, geçimsiz, kaba saba kimsenin tepkisine yol açacak davranışlarda bulunmak.
Çizmeden yukarı çıkmak:
Bilmediği, aklının kesmediği, yetkisinin dışında bir işe kalkışmak; haddini bilmemek.
Çıban başı:
1. Çıbanın patlamak üzere olan tepe noktası. 2. Kötü sonuçların, uygunsuzlukların ana sebebi.
C
Ç
Çoban kulübesinde padişah rüyası görmek :
Durumuna uygun düşmeyen büyük ve olmayacak hayallere kapılmak .
Çocuk oyuncağı hâline getirmek:
Bir işi sık sık değiştirip verilmesi gereken önemde ele almamak, küçümsenir duruma getirip değerinden düşürmek.
Çok görmek:
1. Esirgemek, bir kimseyi o şeye değer bulmamak. 2. Bir kimsenin yaptığını, davranışını yadırgamak.
Çoluk çocuk elinde kalmak:
Genç, tecrübesiz, çocuk denecek kişilerin yönetimi altında yaşar durumda olmak.
Çorap söküğü gibi gitmek:
Başlayan bir işin birbirine bağlı diğer bölümlerinin kolaylıkla halledilmesi.
C
Curcunaya çevirmek (döndürmek):
Bir yeri kargaşa, şamata, gürültü patırtı ile doldurup kimsenin ne dediğini anlamayacak hâle getirmek.
Ç
Çürüğe çıkmak:
1. İşe yaramaz olduğu, sağlam olmadığı anlaşılarak bir yana atılmak. 2. Sağlığı el vermediği için askerlik görevine alınmamak.
D
Dağ doğura doğura fare doğurdu:
Önemli gibi görünen şeylerden önemsiz bir sonuç çıkması durumunda söylenir.
Dağa kaldırmak:
Herhangi bir sebepten ötürü birini zorla dağa veya ıssız bir yere götürüp orada alıkoymak.
Dağdan gelip bağdakini kovmak:
Daha sonradan geldiği bir yere ya da karıştığı bir işte eskiden beri bulunan bir kişinin yerini almaya çalışmak.
Dal budak salmak:
1. Karmaşık biçimde yayılıp genişlemek. 2. Soy ya da dostluk yönünden genişleyip yayılmak.
Dalavere çevirmek:
Yalan, dolan ve hile ile kötü bir iş yapmak; düzen kurarak gizlice başkasını aldatmak.
Danışıklı dövüş:
Şike; önceden aralarında bir anlaşma olduğu hâlde, sanki böyle bir anlaşma yokmuş gibi davranarak başkalarını aldatmak.
Dar boğaz:
Sıkıntılar ve güçlükler içinde geçirilen, geçici kabul edilip sonunda ferahlık umulan durum.
Darısı (dostlar) başına:
"Kavuştuğum başarı ve mutluluğa tüm dostlarımın da kavuşmasını isterim" anlamında kullanılır.
Dert ortağı:
1. Aynı derdin, sıkıntının içinde bulunanlardan her biri. 2. Bir kimsenin derdini paylaştığı, anlattığı yakın dostu.
Deveye hendek atlatmak:
Birisine yapılması çok zor, hemen hemen yapamayacağı bir işi yaptırmaya çalışmak.
Diken üstünde oturmak:
Bir yerde tedirginlik duymak, her an kalkmak durumunu belirtir olmak, huzursuz olmak.
Dili dolaşmak:
Heyecan, korku ya da bir hastalık sebebiyle söyleyeceğini şaşırmak, karıştırmak, açık olarak ifade edememek.
Dili dönmemek:
1. Bir sözü doğru ve düzgün söylemeyi becerememek, yanlışsız konuşamamak. 2. Amacını iyi anlatamamak.
Dili olsa da söylese:
"Cansız nesneler, hayvanlar konuşabilseler, bazı olaylara tanıklık edebilseler ne iyi olurdu" anlamında kullanılır.
Dilin kemiği yok:
1. Önceden söylediği sözü başka biçimlere sokarak inkâr etmek. 2. İnsan konuşurken bazı hatalar yapabilir, doğru ve yanlış her şeyi söyleyebilir.
Dilinden kurtulamamak:
Yaptığı bir kabahatten ötürü sürekli olarak, bir kimsenin sitem, eleştiri ve sataşmalarına uğramak.
Diline dolamak:
1. Bir kimsenin dedikodusunu yapmak, kötü tarafını her yerde söylemek. 2. Bir şeyi her fırsatta söyler olmak.
Dilini tutmak:
Sonunu düşünerek gelişigüzel konuşmaktan sakınmak, ölçülü konuşmak, rast gele konuşmamak.
Dilinin altında bir şey olmak:
Bir kimsenin sözlerinden açıkça söylemediği bir şeyler olduğu anlaşılmak.
Dilinin ucuna gelmek:
1. Tam söyleyecekken vazgeçip söylememek. 2. Hatırladığı şeyi söyleyecekken yine unutuvermek.
Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak:
Daha iyisini elde etmek uğruna çalışırken elindekilerini de yitirmek.
Dini bütün:
Dinin emirlerini eksiksiz yerine getirmeye çalışan, inancı sağlam olan, dinine çok bağlı.
Dipsiz kile boş ambar:
Para, mal tutamayanın durumunu ya da verimsiz, sonuçsuz bir işi anlatmak için kullanılır.
Dirsek çevirmek:
Daha önce birlikte iş yaptığı, anlaştığı kimseden, artık ihtiyaç duymadığı için yüz çevirmek; bir kimseyi kendinden uzaklaştıracak davranışlarda bulunmak.
Diş göstermek:
Güçlü olduğunu, kendine güvendiğini, saldırabileceğini davranışlarıyla belli etmek; tehdit etmek.
Dişinden tırnağından artırmak:
Yiyeceğinden, içeceğinden vb. ihtiyaçlarından keserek zorla biriktirmek.
Dişini tırnağına takmak:
Çok büyük zorluklara, sıkıntılara, darlıklara katlanarak bütün gücünü kullanıp çalışmak.
Dizinin (dizlerinin) bağı çözülmek:
Korkudan, heyecandan, yorgunluktan ayakta duramayacak hâle gelmek.
Dizlerine kapanmak:
Yalvarmak, kendini küçük düşürecek kadar çok yalvarmak, başını dizlerinin üzerine koymak.
Dışı eli (seni) yakar, içi beni:
"Dıştan görünüşü, herkesi imrendirecek kadar güzel ama içyüzü elverişsiz, kötü, sahibini üzücü" anlamında kullanılır.
Doğmamış çocuğa don biçmek:
Henüz ele geçmemiş bir şey, gerçekleşmesi kesin olarak bilinmeyen bir durum için hazırlık yapmak.
Dökülüp saçılmak:
1. Bir şey uğruna fazla para harcamak, masraf etmek. 2. Soyunmak, çok açık giyinmek.
Dokuz doğurmak:
1. Bir işi güçlükle ve sıkıntı içinde sonuca ulaştırmak. 2. Merakla, heyecanla, sabırsızlıkla, sıkıntı çekerek beklemek.
Dolu dizgin:
1. Son hızla (süvari ve at arabası için). 2. Önüne geçilemeyecek biçimde, çok fazla olarak.
Dört dönmek:
Bir işi yapmak için korku, heyecan, telâş, şaşkınlık içinde sağa sola koşmak, çare aramak.
Düğüm noktası:
Bir meselenin sonuçlandırılması için çözülmesi, açıklığa kavuşturulması gereken en güç yanı.
Dümen suyunda gitmek:
Birine bağımlı olmak, birinin tuttuğu yolu izlemek, hemen her şeyde ona uyarak onun istediğini yapmak.
Dünya bir araya gelse:
"Bütün insanlar engel olmaya kalksa bile, asla, hiçbir zaman, kim ne derse desin" anlamında, yine bildiğini yapma durumu için kullanılır.
Dünyadan haberi olmamak:
Çevresinden, çağından ve çağının getirdiklerinden, zamanında yaşanan hayattan haberli olmamak.
Dünyanın kaç bucak olduğunu anlamak:
Dünyada insanın başına neler gelebileceğini öğrenmek, zorluklarla karşılaşmak, tecrübe kazanmak.
Düşe kalka:
1. İşi kimi zaman iyi, kimi zaman kötü olarak güçlükle, uğraşa uğraşa (yapmak). 2. Biriyle yakın ilişki kurarak.
Düşünüp taşınmak:
Bir meseleyi enine boyuna tartmak, konuyu bütün yönleriyle incelemek, iyice düşünüp ona göre davranmak.
Düşüp kalkmak:
1. Yakın arkadaşlık etmek. 2. Yasa ve gelenek dışı kadın ve erkekle birlikte yaşamak veya sık sık bir araya gelmek.
E
Edebiyat yapmak:
Bir işe yaramayan, konuyu açıklamaya yetmeyen, gerçeği yansıtmayan süslü, parlak ve gereksiz sözler söylemek.
Ekmeğine yağ sürmek:
Birinin yararına göre eylemde bulunmak, istemese de birinin işine yarayacak biçimde hareket etmek.
Ekmeğini taştan çıkarmak:
En zor işleri bile yapıp geçimini sağlayacak becerilikte olmak, her türlü işi yapmak.
Ekmek elden su gölden:
Kendisi kazanmayıp başkalarının kazancı ile geçinen kimselerin durumunu anlatmak için kullanılır.
El çabukluğu:
1. Bir işi çok çabuk yapabilme ustalığı. 2. Hilesini kimseye sezdirmeyecek biçimde yapabilme.
El elde baş başta:
1. Masrafla para birbirine denk geldi. 2. Yapılan işin sonunda ne kâr ne de zarar edildi.
El kaldırmak:
1. Kendisinden büyüğe vurmak için elini kaldırmak. 2. Bir şey söylemek istediğini, oy verdiğini elini kaldırarak belirtmek.
El koymak:
1. Bir meselenin yetkili organlarca incelenmeye başlaması. 2. Buyruğu altına almak, hükümetçe uygun görülen mal, arazi ve kuruluşa hâkim olmak.
Elden ayaktan düşmek (veya kesilmek):
Yaşlılık, hastalık sebebiyle iş yapamaz, yürüyemez, kendi işini göremez duruma gelmek.
Elden geçirmek:
Eksiklikleri düzeltmek, onarmak; denetlemek için pek çok şeyi ele alıp yoklamak, gözden geçirmek.
Ele almak:
1. Bir şey üzerinde çalışmaya başlamış olmak. 2. İncelemek, araştırmak veya tenkit etmek.
Eli altında olmak:
1. İstediği anda ele alıp kullanabileceği bir yerde bulunmak. 2. Buyruğunda olmak.
Eli ayağı buz kesilmek:
1. Korku, heyecan ve üzüntüden ne yapacağını bilemez duruma gelmek, donup kalmak. 2. Çok üşümek.
Eli kalem tutmak:
1. Yazı yazmayı bilmek. 2. Düşüncelerini derli toplu güzel bir ifade ile yazabilmek.
Elinden tutmak:
1. Destek olmak, ilerlemesi için yardımda bulunmak. 2. Yürümesine, kalkmasına, inmesine, çıkmasına yardım etmek.
Eline düşmek:
1. Birine muhtaç olmak. 2. Yakalanmak. 3. Düşmanın ya da kendisine hıncı bulunan birinin hâkimiyetinde kalmak.
Elini kolunu sallaya sallaya gelmek:
Bir işten sonuç almaksızın dönmek, gelirken hiçbir armağan getirmemek.
Elini sıcak sudan soğuk suya sokmamak:
Çok nazlı olmak, evde hiçbir iş yapmamak, zor işlerden kaçınmak.
Elinin hamuruyla erkek işine karışmak:
Anlamadığı, bilmediği, beceremediği işleri yapmaya kalkışmak (kadınlar için).
Enine boyuna:
1. Her yönü ile, eksiksiz, bütün ihtimalleri göz önünde tutarak. 2. İri yarı, gösterişli (adam).
Eski defterleri karıştırmak:
Eski olayları, işleri bir çıkar umuduyla tekrar ele almak, yeniden gündeme getirmek.
Eski kurt:
Tecrübeli, görmüş ve geçirmiş, mesleğini iyi bilen, hileyi ve düzeni deneyimi sayesinde hemen anlayan.
Eski toprak:
Yaşlılığına rağmen dinçliğini, dayanıklılığını hâlâ sürdüren, gücünü kaybetmemiş kimse.
Eşref saat:
1. İş görecek kimsenin uysal davranacağı, aksilik çıkarmayacağı zaman. 2. Bir işin olumlu yola girmesi için en uygun zaman.
Eteğine yapışmak:
1. Bir kimsenin manevî desteğini istemek. 2. Varlıklı, sözü geçer bir kimseden yardım ve himaye istemek.
Etek öpmek:
Yaltaklanmak, dalkavukluk etmek; birine yaranmak için katına çıkıp o kimsenin eteğini öpme davranışı içinde olmak.
Eti senin kemiği benim:
Çocuk velilerinin öğretmene ya da ustaya çocuğun eğitiminde kendine tam yetki verdiğini anlatmak için söylenir.
Etliye sütlüye karışmamak:
Kendini ilgilendirmeyen meselelerden, toplumu derinden etkileyen olaylardan uzak durmak, kaçınmak ve hiçbiriyle ilgilenmemek.
Etrafında dört dönmek:
İstediğini elde etmek amacıyla bir kimsenin, bir şeyin yanından ayrılmamak, ona aşırı ilgi göstermek.
Evdeki hesap çarşıya uymamak:
Önceden tasarlanan, düşünülen bir iş umulduğu gibi gitmemek, başka bir yönde gelişmek.
Eyvallah demek:
1. Razı olmak, kabul etmek. 2. Ayrılırken "Allah'a ısmarladık" anlamında kullanılır.
F
Felce uğramak:
1. Bir işin tamamen bozulması, durup ilerleyemez olması. 2. Hastalık sebebiyle organlarının bir kısmı çalışamaz duruma gelmek, kötürüm olmak.
Feleğin çemberinden geçmek:
Hayatta çok günler görmüş, acı tatlı olaylar yaşayıp tecrübe kazanmış, olgunlaşmış.
Felsefe yapmak:
Olayların sebep ve sonuçları üzerine kendince birtakım soyut düşünceler ileri sürmek.
Fener alayı:
Bayram gecelerinde kalabalık halk topluluklarının, ellerinde fener veya meşalelerle şehri dolaşarak yaptıkları gösteri.
Fesat kumkuması:
Tamamiyle kötülük düşünen, insanları birbirine düşürecek işler yapan, ortalığı karıştıran.
Fitne sokmak:
İnsanları birbirine düşürecek, aralarını bozacak davranışta bulunmak, sözler sarf etmek.
Fol yok yumurta yok:
Ortada (bir konu ile ilgili) hiçbir belirti olmadığı hâlde varmış gibi bir kuşkuya düşmek.
G
Gafil avlamak / avlanmak:
Bir kimseyi hazırlıksız ve habersiz bir anında yakalamak, güç duruma düşürmek, güç durumundan yararlanmak.
Geçti Bor'un pazarı (sür eşeğini Niğde`ye):
"İş işten geçti artık, fırsatı kaçırdın" anlamında kullanılır.
Gemi azıya almak:
1. Söz dinlemez olmak. 2. At, gemi azıları arasına alıp etkisiz bırakarak süvarisinin yönetiminden çıkmak ve kendi istediğince koşmak.
Geri çekilmek:
1. Kaçmak, bulunduğu yerden arka arkaya doğru gitmek. 2. Karıştığı bir işi sürdürmekten ya da sürdürenler arasında bulunmaktan vazgeçmek.
Geri hizmet:
1. Ordunun çeşitli gereksinimleri ile ilgili işlerin tümü. 2. Etkinliği ikinci dereceden sayılan, kolay görev.
Gökten zembille mi indi?:
"Ona niçin ayrıcalık gösteriliyor?", "Onun ne özelliği var ki ona özel imkânlar tanınıyor?" anlamında kullanılır.
Gönlü tok:
Fazla para ve mal istemeyen, zorunlu ihtiyacı kadarı ile yetinen, imkânları az da olsa bunu hissettirmeyen, bu durumda dahi cömert olan.
Gönül almak:
1. Sevindirmek, hoşnut ettirmek. 2. Kırılan, gücenen bir kimseyi güzel söz ve davranışlarla yeniden hoşnut etmek.
Göründü Sivas'ın bağları :
Gerçekleşmesi beklenen bir şeyin ortaya çıktığına dair olanaklar belirdiğinde kullanılır.
Göz gezdirmek:
1. Derinlemesine incelemeden okumak. 2. Bir şeyi, bir yeri pek fazla dikkat etmeden çabucak incelemek.
Göz hakkı:
Görülüp de imrenilen yiyeceklerden görenlere çıkarılan pay, imrenmelerini yok edecek küçük parça.
Göz hapsine almak:
Gözetlemek, bir şeyin üzerinden bakışlarını ayırmamak, birinin hiçbir davranışını gözden kaçırmamak.
Göz kamaştırmak:
1. Hayran bırakmak. 2. Güçlü, parlak bir ışığın kısa bir zaman için görüşü bulandırması, bakılan yeri görmez etmesi.
Göz kırpmak:
Karşısındakine göz kapağını açıp kapatarak işaret vermek, bu şekilde meramını anlatmaya çalışmak; bir şeyi onayladığını ya da doğru olmadığını gözünü açıp kapayarak belirtmek.
Göz nuru dökmek:
Göz emeği harcamak; gözün dikkatini, elin emeğini gerektiren ince bir iş yapmak ve işte uzun süre çalışmak.
Göz önünde tutmak (bulundurmak):
Dikkate almak. Herhangi bir durumun nasıl bir sonuca yol açacağını hesaba katmak.
Gözden çıkarmak:
Bir malın elinden çıkmasına katlanmak, bir şeyden vazgeçmek ve yokluğuna razı olmak.
Gözden geçirmek:
1. Okumak. 2. Durumu incelemek. 3. Niteliğini anlamak için bir şeyin her yanına bakmak.
Gözden ırak olan gönülden de ırak olur:
"Ayrı düşenlerin arasındaki sevgi de zamanla azalır" anlamında kullanılır.
Göze batmak:
1. Başkalarını aşırı söz ve davranışlarıyla tedirgin etmek. 2. Kıskançlığa, çekememezliğe yol açmak.
Göze göz, dişe diş:
Misilleme; aynı biçimde kötülük yapıp öç alma, kötülüğü yapandan acısını çıkarma.
Gözleri fal taşı gibi açılmak:
Hayret, şaşkınlık ve öfke gibi sebeplerle gözleri iri iri açılmış olmak.
Gözleri kan çanağına dönmek:
Uykusuzluk, ağlama, kızgınlık ya da bir şeyin kaçması sebebiyle gözlerin çok kızarmış olması.
Gözlerine inanmamak:
Hiç beklemediği bir anda bir şeyi görüp çok şaşırmak, bu sebeple gördüğünün gerçek olduğuna inanmamak.
Gözü arkada kalmak:
Kendisi ayrıldıktan sonra, bıraktığı şey veya kimse ile ilgili tedirginliği sürmek, merak etmek.
Gözü bağlı:
1. Sorup soruşturmadan, anlayıp anlamadan. 2. Gafil, çevresinde olup bitenlerin farkında olmayan.
Gözü gibi sakınmak (esirgemek):
Bir şeye aşırı derecede ilgi duymak, onu koruyup gözetmek, dikkatle muhafaza etmek.
Gözü hiçbir şey görmemek:
Heyecana, öfkeye ya da önem verdiği bir işe kapılıp başka hiçbir şeyle uğraşamaz duruma gelmek.
Gözü korkmak:
Daha önce başından geçen kötü bir denemeden sonra, birinden veya bir şeyden zarar gelebileceği endişesine kapılmak ve o işi yapmaktan çekinmek.
Gözü üzerinde olmak:
Bir şeye, bir kimseye sık sık bakarak ne durumda olduğunu kontrol etmek, dolayısıyla kötü bir sonuca meydan vermemeye çalışmak.
Gözü yükseklerde olmak:
Hâlen bulunduğu durumdan daha yüksek bir duruma ya da mevkiye çıkmak istemek, böyle bir amacı gütmek.
Gözüne bakmak:
1. Verilen emri yapmak üzere işaret beklemek, işareti verecek kimseyi gözlemek. 2. Gerektiğinden fazla dikkat göstermek, koruyup gözetmek.
Gözüne dizine dursun:
Nankörlük eden kimseye karşı söylenen ilenme sözü. " Allah, bu nankörlüğünün cezasını versin." anlamında kullanılır.
Gözüne sokmak:
1. Görmek istemediği bir şeyi zorla göstermek. 2. Bir çaba sonucu, bir kimseyi büyüğünün beğenmesini sağlamak.
Gün almak:
1. Bir iş yapmak için ilgili kişiden gün ayırmasını; belirli bir tarih tespit etmesini istemek, randevu almak. 2. Yaşını bitirip daha sonraki yılın bir ya da birkaç gününü almak.
Günleri sayılı olmak:
1. İçinde olunan günlerde ölecek olmak. 2. Bulunduğu yerde kalmak için birkaç günü kalmak.
Günün adamı:
1. Zamanın gereğine göre tutum ve yön değiştiren, çıkarını gözeten kimse. 2. Kendisinden o günlerde çok söz edilen.
Gününü gün etmek:
Eline geçen imkânları değerlendirmek, hiçbir şeyi dert edinmeyip hoşça vakit geçirmek.
Gürültüye (patırtıya) pabuç bırakmamak:
Korkutmalara, tehditlere aldırış etmeyip dilediği gibi davranmak.
Güven vermek:
Kendisinin güvenilir bir kişi olduğu, kendisine itimat edilebileceği duygusunu uyandırmak.
H
Ha babam (ha):
1. Devamlı olarak, hiç durmadan. 2. Karşısındakinin çabasını, gayretini artırmak için kullanılır.
Ha Hoca Ali, ha Ali Hoca:
Farklı gibi gösterilen iki şeyin, gerçekte hiçbir değişikliği yoktur, "ikisi de birdir" anlamında kullanılır.
Haddine mi düşmüş!:
"Onun bunu yapmaya yetkisi yoktur; böyle bir işe nasıl, hangi yetenekle girişir? Bu işi yapması imkânsızdır" anlamında kullanılır.
Haddini bildirmek:
Yetkisi dışındaki işlere karıştığı için sert bir karşılık vererek onu cezalandırmak, yola getirmek, uslandırmak, yetki sınırını bildirmek.
Haddini bilmek:
Kendi değer ve yeteneğini bilmek, üstün görmemek, kendi yapabileceği şeylerin ötesine geçmemek.
Hak yolu:
Cenab-ı Allah`ın insanlara kitapları ve peygamberleri ile bildirdiği, dünya hayatında tutmaları gereken yol, yaşama düzeni, doğru ve haklı yol.
Hakk-ı sükût (sus payı):
Bir konu üzerinde konuşmaması, bildiği şeyi söylememesi karşılığında bir kimseye sağlanan yarar.
Hakkı geçmek:
1. Birisinin payından bir başkası almış olmak. 2. Bir şeyde veya bir kimsede emeği bulunmak.
Hakkından gelmek:
1. Güç bir işi başarı ile sonuçlandırmak. 2. Öç almak, yenmek veya cezasını vermek.
Hakkını vermek:
1. Bir şeyin lâyıkıyla yapılması için ne gerekiyorsa ondan kaçınmamak. 2. Birinin çalışmasını gereğince değerlendirmek, hakkı olan şeyi vermek.
Hâlden anlamak:
Bir kimsenin içinde bulunduğu zor durumu kavrayarak, anlayıp sezerek hoşgörülü olmak, anlayış göstermek.
Hallaç pamuğu gibi atmak:
Bir arada, toplu bulunan şeyleri ya da kimseleri dağıtmak, parçalamak; bu yolla sağa sola, her birini bir yana atmak.
Hangi dağda kurt öldü?:
Kendisinden hiç umulmayan, beklenilmeyen bir kimsenin olumlu davranışı görüldüğünde; "Nasıl oldu da böyle güzel bir iş, bir iyilik yaptı?" anlamında söylenir.
Hangi peygambere ümmet olacağını şaşırmak :
Kimin sözünü ve yolunu tutacağını,ne yapacağını şaşırmak .
Hangi rüzgâr attı?:
"Nasıl oldu da gelebildin? Hiç görünmüyordun, sen de gelir miydin?" anlamında, uzun süre bir yerde görünmeyen kimse için kullanılır.
Hangi taşı kaldırsan altından çıkar:
1. Hemen her işte parmağı vardır. 2. Her işten anlar, her işe karışır ya da her işten anladığı izlenimi verir.
Har vurup harman savurmak:
Hesapsızca, düşüncesizce harcamak; malını, parasını ölçüsüzce, bol bol harcayıp tüketmek.
Haşir neşir olmak:
Aralarında bulunduğu kimselerle kaynaşmak, bir arada bulunup uğraşmak; kimi işlerle ilgilenip durmak.
Hatır gönül tanımamak / bilmemek:
1. İsterse en sevdiği ve saydığı olsun, gücenmesini göze alarak doğru bildiğini yapmak. 2. Kırıcı davranışlarda bulunmak.
Hatırından çıkmamak:
Sevdiği, saygı duyduğu birinin istediği bir şeyi yapmayı reddedememek, gönlünü kırmaktan çekinmek.
Hava almak:
1. Temiz havalı bir yere çıkarak dolaşmak, dinlenmek, ciğerlere temiz hava çekmek. 2. Eline bir şey geçmemek, umduğunu bulamamak. 3. İçine hava girmek.
Hava basmak:
1. Büyüklenmek, kibirlenmek, olduğundan fazla görünmeye çalışmak. 2. Bir şeyin içine hava doldurmak.
Hava parası:
Bir yeri tutmak, kiralamak ya da bir şeyi elde etmek için değeri dışında açıktan verilen para.
Havada kalmak:
1. Yüksek bir yerde durmak. 2. Sonuca bağlanamamak. 3. Bir iddia, dayanaksız olduğundan ispat edilememek.
Hayal kırıklığı:
Gerçekleşmesi istenilen veya umulan bir şeyin gerçekleşmemesinden duyulan üzüntü, düş kırıklığı.
Hayırdır inşallah!:
1. Anlatılan bir rüyayı iyiye yormak için söylenir. 2. Şaşma, heyecan ve merak uyandıran durumlar karşısında söylenir.
Hazır bulunmak:
1. Bir yerde kendisi bulunmak, var olmak. 2. Bir yere hemen gidecek, bir şeyi anında yapacak durumda olmak.
Hazıra konmak:
Hiçbir emek sarf etmeden, çaba göstermeden başkasının emeği ile ortaya çıkmış olan şeyden yararlanmak.
Helâl olsun (Helâlühoş olsun):
1. Bunu sana gönül hoşluğu ile veriyorum, hiç pişman değilim, Allah bunu sana bağışladığıma şahit olsun. 2. "Aferin, takdire değer iş yapıyorsun" anlamında kullanılır.
Hem kel hem fodul:
"Bu kadar kusuruna, bu yeteneksizliğine rağmen bir de övünüyor, üstünlük taslıyor" anlamında kullanılır.
Hem suçlu hem güçlü:
Gerçekte kendisi suçlu olduğu hâlde suç işlememiş gibi davranan ve karşısındakini suçlamaya çalışan kimse.
Hem ziyaret hem ticaret:
Bir yeri veya kimseyi ziyarete giden kimsenin, bu görüşmeden yararlanarak başka bir işi de yapması durumunu anlatmak için kullanılır.
Her kafadan bir ses (çıkmak):
Bir konu üzerinde herkesin istediği gibi, rastgele konuşması ve bu konuşmalardan bir sonuç alınamaması.
Her telden çalmak:
Pek çok konuda bilgi sahibi olmak, içinde bulunduğu ortamın şartlarına göre her çeşit iş yapabilir olmak.
Hesabını görmek:
1. Alacağını ödeyip ilişkisini kesmek. 2. Cezalandırmak, vücudunu ortadan kaldırmak ya da öldürmek.
Hesap açmak:
1. Hesap defterinde, bir kişiye alış veriş için alacağını borcunu kaydetmek üzere bir yer ayırmak. 2. Bankada, gereğinde çekilmek üzere yatırılan para için işlem yapmak. 3. Birine kredi açmak, birine borçlanma imkânı tanımak.
Hesap etmek:
1. Kazançla gideri karşılaştırıp bir sonuca ulaşmak. 2. Düşünmek, tasarlamak, ayrıntıları gözden geçirip ihtimalleri değerlendirmek.
Hesap sormak:
Bir kimseyi kanunsuz, kural dışı, ahlâka aykırı, usulsüz davranış ve sözlerinden ötürü sorgulamak, o kişiden savunma istemek.
Hesap vermek:
1. Herhangi bir davranışının ya da sözünün sebebini açıklamak 2. Bir işin sorumluluğunu üstlenmek.
Hesapsız kitapsız:
1. Sorumsuz, ölçüsüz, tutumsuz. 2. Deftere geçirilmeden, herhangi bir belgeye dayanmadan.
Hizaya gelmek:
1. Düz çizgi durumunda dizilmek. 2. Aykırı, yanlış davranışlardan vazgeçmek; doğru yola gelmek, düzelmek.
Hık mık etmek:
Bir işi yapmamak için bahaneler ileri sürmeye çalışmak, bir soruyu cevaplandırırken net şeyler söylememek.
Hızır gibi yetişmek:
Dara düştüğü, çok sıkıştığı, çaresiz kaldığı bir zaman da, beklemediği bir kişi yardımına yetişmek.
Hüsnükuruntu:
İhtimalî bulunmadığı hâlde güzel bir şeyin olacağını sanma, hayal etme, buna kendini inandırma.
Huyuna suyuna gitmek:
İsteklerine, alışkanlıklarına, yapısına göre onu kızdırıp ürkütmeyecek davranışlarda bulunmak.
İ
İç etmek:
Eline geçen bir şeyi sahibine bildirmeden kendisine mal etmek, ortadan kaldırıp kimseye göstermemek.
İcat çıkarmak:
1. Hoşa gitmeyecek bir huy edinmek, hoş olmayan bir davranışta bulunmak. 2. Gereksiz bir sorun ortaya atmak, çıkarmak.
İçi çıfıt çarşısı:
1. Başkaları için daima art niyet besleyen, içinden türlü kötülükler geçiren. 2. Çok karışık.
İçi dışı bir (olmak):
İkircikli olmayan, iki yüzlü davranmayan, düşündüğünü açıkça söyleyen, özü sözü bir olan.
İçi dışına çıkmak:
1. Kusmaktan ötürü çok fena olmak. 2. Bindiği taşıtın çok sarsılması yüzünden bedensel rahatsızlık duymak.
İçi geçmek:
1. İstemediği halde uyuya kalmak. 2. İşe yaramaz duruma gelmek. 3. Yaşlılıktan, zayıflıktan gücü azalmış olmak; hiçbir şeye ilgi duymamak.
İçi içine sığmamak:
Çok heyecanlanmak, coşkunluk duymak ve sevincini belli etmekten kendini alamamak.
İçi kabarmak (kalkmak):
1. Midesi bulanmak. 2. Duygulanıp heyecanlanmak. 3. Taşkın bir ağlama duygusu içinde olmak.
İçinden okumak:
1. Dudaklarını kıpırdatmadan, hiç ses çıkarmadan okumak. 2. Ses çıkarmadan sövmek, beddua etmek.
İçine atmak:
1. Derdini, sıkıntısını kimseye söylememek. 2. Kendisine yapılan kötülüğe karşı sesini çıkarmamakla beraber, bunu unutmamak.
İçine çekilmek (kapanmak):
Duygularını kimseye açmamak, çevresindeki kişilerle ilişkisini kesmek, yalnızlığa gömülmek.
İçine sinmemek:
1. İçi rahat etmemek, yaptığı şeyden memnun olmamak. 2. İstediği gibi olmadığı için rahatlık, mutluluk duymamak; tadına varamamak.
I
Icığını cıcığını çıkarmak:
1. Her yanını ellemek, didiklemek. 2. Bir meseleyi en ince ayrıntılarına kadar soruşturmak, incelemek.
İ
İçtikleri su ayrı gitmemek:
Sıkı fıkı dost, samimi arkadaş olmak; birbirlerinden saklayacakları bir şeyleri bulunmamak.
İdare etmek:
1. Yönetmek, çekip çevirmek. 2. Tutumlu olmak, kullanmak. 3. Elvermek, yetmek, yetişmek, korumak, kurtarmak. 4. Hoş görmek, göz yummak. 5. Örtbas etmek.
İflahını kesmek:
Gücünü tamamen yok edip bir daha karşı koyamayacak, düzelemeyecek, iş yapamayacak duruma getirmek.
İki cami arasında kalmış beynamaza dönmek:
İki yoldan hangisini tutacağını; şöyle mi, böyle mi yapacağını bilememek; şaşırıp bir şey yapamaz olmak.
İki eli kanda olsa:
Ne kadar önemli olursa olsun, elindeki iş hiç bırakılamayacak derecede olsa bile.
İki sözü bir araya getirememek:
Düşüncelerini, duygularını düzgün bir biçimde anlatamamak, güzel konuşma becerisinden yoksun olmak.
İki yakası bir araya gelmemek:
Geçim sıkıntısı içinde olmak ve borçtan kurtulamamak, gelir ve giderini denkleştirememek.
I
İ
İleri gitmek:
Söz ve davranışta ölçü dışına çıkmak; gereksiz, aşırı davranışta bulunmak ve haddi aşmak.
I
İ
İmana gelmek:
1. Hak dini olan İslâm'ı kabul etmek. 2. En sonunda doğruyu söylemek. 3. Önceden kabul etmediği şeyi sonradan kabul edip uymak.
İnce eleyip sık dokumak:
Titizlik göstermek, bir şeyi en ince ayrıntılarına kadar araştırmak, gözden geçirmek.
İnsanlıktan çıkmak:
1. Çok zayıflamış, bir deri bir kemik kalmış olmak. 2. İnsanî niteliklerini yitirmek, insana yakışmayacak davranışlarda bulunmak.
İpe un sermek:
İstenilen işi yapmamak için birtakım bahaneler, sebepler ileri sürmek, güçlük çıkarmak, engeller göstermek.
İpin ucunu kaçırmak:
Bir yeri yönetmede veya bir şeyi kullanmada gereken ölçüyü kaçırıp, artık duruma hakim olamamak; çıkmaza girmek.
I
İ
İş çatallanmak (çatallaşmak):
Bir işin sonuca oluşması konusunda türlü güçlüklerle karşılaşmak, ya da çeşitli seçeneklerle yüz yüze gelmek, sonuca nasıl ulaştırılacağı bilinemez olmak.
İş çığırından çıkmak:
Bir iş asıl amaçtan çıkarak düzelmesi güç bir durum almak, bir bozukluk ve kargaşalık baş göstermek.
İşi yokuşa sürmek:
Yapılabilir, görülebilir işi yapmamak için güçlük çıkarmak, bahaneler ileri sürmek.
I
Işığı altında:
Bir durum veya düşüncenin konuyu aydınlatmasından yararlanarak, onu göz önünde tutarak.
Işık tutmak:
1. Karanlık bir yeri ışıkla aydınlatmak. 2. Bilgisiyle, düşüncesiyle bir konuya açıklık getirmek, tutacağı yolu göstermek.
Isıtıp ısıtıp önüne koymak:
Daha önce meydana gelmiş bir olayı ya da bir işi bir düşünceyi yeniden, sık sık tekrarlamak.
İ
I
İ
İsmi var, cismi yok:
1. Sözü edilen bir kimse veya şeyin gerçekte var olmadığını anlatmak için kullanılır. 2. Adı olmasına karşılık görevini ve etkinliğini yerine getirmeyen, varlığı ile yokluğu arasında bir fark bulunmayan.
İster istemez:
1. Zorunlu olarak, elinde olmadan. 2. İstemesi üzerine, hiç vakit geçirmeden, istediği anda.
I
İ
İyi etmek:
1. Hastalıktan kurtarmak, sıhhatine kavuşturmak. 2. Yerinde bir davranışta bulunmak. 3. Bir şeyi gizlice almak, kendisine mal etmek.
İzinden yürümek:
Birine içten bağlanarak onun başladığı işi aynı anlayışla sürdürmek, fikirlerini ve hareketlerini aynen benimsemek.
J
Jurnal etmek:
Biriyle ilgili, yetkili kimselere kötülemede bulunmak; yazılı, sözlü ihbarda bulunmak.
K
Kabak (birinin) başına (başında) patlamak:
Birçok kimsenin ilgili olduğu olaydan yalnızca bir kimse zararlı çıkmak; beklenmediği halde, bir işin zararlı sonucuna katlanmak.
Kaçın kurrası :
Birinin hiçbir oyuna gelmeyecek kadar açık göz ve akıllı olduğunu anlatmak için kullanılır.
Kafası almamak:
1. Anlayıp kavrayamamak. 2. Zihin yorgunluğundan ötürü anlayamaz olmak. 3. Olabileceğine inanmamak.
Kafası kazan (gibi) olmak, (veya kafası şişmek):
1. Zihni yorulmak. 2. Gürültülü, patırtılı şeyler dinlemekten rahatsız olmak, yorgunluk duymak.
Kafası yerinde olmamak:
1. O anda kafası çok yorgun olmak. 2. Başka şeyler düşündüğünden, o anda konuşulana hemen intibak edememek.
Kafasına dank etmek (demek):
Çoktandır anlayamadığı bir meseleyi bir olay sebebiyle birden bire kavramak, doğruyu yakalamak.
Kafese girmek:
1. Hapse girmek. 2. Aldatılmak, hile yoluyla kendisinden çıkar sağlanmak, oyuna gelmek.
Kağıt üzerinde kalmak:
Yapılması kararlaştırıldığı halde uygulanmamak; konuşulan, kararlaştırılan yazıda kalmak.
Kambersiz düğün olmaz (olur mu?):
"Bir toplantı, eğlence veya iş, en çok ilgili kişiler bulunmadan yapılırsa tadı çıkmaz" anlamında alay yollu kullanılır.
Kambur üstüne kambur (kambur kambur üstüne):
"Sıkıntı üstüne sıkıntı, terslik üstüne terslik, borç üstüne borç, aksilikler birbirini kovalıyor" anlamında kullanılır.
Kan tutmak:
1. Kan görünce bayılmak. 2. (Adam öldüren kimse korku ve heyecandan) şok geçirmek, kaçamamak, olduğu yere yığılıp kalmak.
Kanlı bıçaklı olmak:
Birbirlerinin kanını dökecek, birbirlerini öldürecek kadar birbirlerine düşman olmak.
Kapağı atmak:
Sıkıntılı bir yerden kurtulup rahat edeceği bir yere kavuşmak; uygun bir yere yerleşmek, işe girmek.
Kara gün dostu:
Yalnız iyi günlerde değil sıkıntılı, üzücü, düşkünlük günlerinde de insanın yardımına koşan, dostunu yalnız bırakmayan kimse.
Karalar bağlamak (giymek):
Bir felaket dolayısıyla yas tutmak, siyah elbise giymek ya da siyah örtü bağlamak.
Karaman'ın koyunu sonra çıkar oyunu:
"Dış görünüşe aldanmamalı, bir kişi ya da iş olağan görünebilir, ancak altından neler çıkabileceği hiç belli olmaz, o sonra görünür." anlamında kullanılır.
Karar kılmak:
Dönüp dolaşıp o şeyin üstünde durmak, onu tercih etmek, birçok şeyi deneyip onu seçmek.
Karda gezip izini belli etmemek:
Kimsenin sezemeyeceği biçimde gizli bir iş çevirmek, uygunsuz işler yapmak.
Karnı karnına geçmek: Çok acıkmak, çok zayıflamış olmak. "Günlerdir ağzına bir lokma koymamıştı, karnı karnına geçmiş ve bitap düşmüştü."
Karnı tok (olmak): "O sözlerine kanmıyorum, önem vermiyorum" anlamında kullanılır. "Geç babam, geç bu sözleri, karnımız tok bu sözlere, paradan söz et sen, verecek misin, vermeyecek misin?"
Karnı tok sırtı pek: Geçimi iyi, hali vakti yerinde, para sıkıntısı olmayan, birinin yardımına ihtiyaç duymayan (kimse). "Herkesin karnı tok sırtı pek olacaktır, bize güvenin!"
Karşı çıkmak: 1. Gelenleri karşılamak üzere yola ya da kapı önüne çıkmak. 2. İleri sürülen fikrin, tutulan yolun yanlış olduğunu söylemek. "Her fikrime karşı çıkmak zorunda mısın?"
Karşı koymak: Engel olmaya çalışmak, direnmek, güç kullanarak dayanmak, boyun eğmemek. "Hırsızlar polise silahla karşı koymaya çalıştılar."
Kaş göz etmek: Kaş ve göz hareketleriyle bir işaret vermeye, istediğini bu yolla anlatmaya çalışmak. "Kalabalıkta kaş göz ederek Hasan'ı çağırmayı düşündü."
Kaş yapayım derken göz çıkarmak: İşi düzelteyim, bir iyilik yapayım derken büsbütün bozmak ve büyük bir zarar vermek.
Kaşıkla yedirip, sapıyla göz çıkarmak: Bir iyilik yaptıktan sonra, bu iyiliği hiçe indirecek bir kötülük yapmak.
Kasıp kavurmak: 1. Bir afet çok zarar vermek, mahvetmek. 2. Baskı yaparak, kıyıcı davranışlarda bulunarak bir topluluğu ezmek; zulmetmek, ortalığı korku ve dehşet içinde bırakmak. "Eşkıyalar ortalığı kasıp kavurmaya başladılar!"
Kaşla göz arasında: Çok çabuk, kimsenin sezmesine fırsat vermeyecek kadar az bir zaman içinde. "Kaşla göz arasında kapıverdi mendili."
Kaşlarını çatmak: Kızgın, öfkeli ve sinirli olduğunu kaşlarını birbirine yaklaştırarak göstermeye çalışmak. "Bana öyle kaşlarını çatıp durma!"
Katı yürekli: Acımasız, merhametsiz, acı veren şeylere aldırmayan. "Onun gibi katı yürekli bir insan daha görmedim desem yeridir."
Kayıtsız kalmak: Umursamamak, önem vermemek, ilgi göstermemek. "Onun bu kötülüklerine kayıtsız kalmak mümkün mü?"
Kazan kaldırmak: Yönetime karşı topluca karşı gelmek, baş kaldırmak. "Maden işçileri kazan kaldırmış diyorlar."
Keçileri kaçırmak: Düşünme yeteneğini kaybetmek, aklını oynatmak, delirmek, bunalım içinde olmak. "Doktor, keçileri kaçırmış diyorlar!"
Kedi olalı bir fare tuttu: İlk defa, neden sonra kendisinden beklenen bir iş yapabildi. "Temsilcimiz, nihayet kedi olalı bir fare tuttu, yüklü bir iş yakaladı."
Kel başa şimşir tarak: Pek çok ihtiyaç giderilmeyi beklerken gereksiz özenti ve gösterişi belirtmek için kullanılır.
Kelle götürür gibi: Gerekli olmayan bir acelecilikle, bir şey ulaştıracakmış gibi çok hızlı koşarak.
Kelleyi koltuğuna almak: Ölümü göze alarak bir işe kalkışmak. "Kelleyi koltuğuna alıp düşman karşısına çıkmak her babayiğidin harcı değil."
Kem küm etmek: Anlatmak istediğini açık seçik ifade edememek, bir soru karşısında bocalayıp cevap bulamayarak anlamsız sözler söylemek. "Kem küm etme de ne söyleyeceksen söyle çabuk!"
Kemerleri sıkmak: Tutumlu davranmak, açlığa ve susuzluğa katlanmak. "Kemerleri sıktıra sıktıra millette hâl bırakmadılar."
Kendi göbeğini kendi kesmek: İstediği yardım gelmeyince kendi işini kendi yapmak durumunda kalmak. "O her zaman kendi göbeğini kendisi kesmiş, kimseden yardım beklememiştir."
Kendi halinde (olmak): Sessiz, hiçbir şeye karışmayan, karışmak istemeyen, sakin (kimse). "Yazık olmuş, kendi halinde biriydi, kimsenin etlisine sütlüsüne karışmazdı."
Kendi kendine gelin güvey olmak: Başkalarının ne diyeceğini hesaba katmadan, bir işi sadece kendi başına tasarlayıp olmuş sayarak sevinmek. "Kendi kendine gelin güvey olmayı bırak, bakalım kız ne diyecek bu işe."
Kendi kendini yemek: İstediği iş olmadı diye gizli gizli üzülmek, kaygı duymak. "Kendi kendimi yedim bitirdim bu iş yüzünden."
Kendi yağıyla kavrulmak: Elindekiyle yetinmeye, kimseye muhtaç olmadan yaşamaya çalışmak; ihtiyaçlarını kendi karşılayarak kimseden yardım istememek. "Nasıl olalım, kendi yağımızla kavrulup gidiyoruz işte…"
Kendinden geçmek: 1. Kendini kaybetmek, bayılmak, bilinci işlemez olmak. 2. Sevindirici bir olay karşısında coşkuya kapılmak, duygulanmak. "Dün gece bizim adam yine kendinden geçti, hastaneye zor yetiştirdik."
Kendine gelmek: 1. Sarhoşluktan, bayıldıktan sonra ayılmak. 2. Aklı başına gelmek. 3. Bozuk olan durumu düzelmek. "Oh, nihayet kendine geldi bizim adam!"
Kendine yedirememek: Yapılan bir işi onur kırıcı görüp, kişiliğine dokunmuş sayarak tepki göstermek; kendisinin başkasına yapması söz konusu olan işi, kişiliği için uygun görmeyip yapmamak.
Kendine yontmak: Ortaya çıkan fırsattan yararlanıp başkalarını düşünmeyerek hep kendi çıkarını sağlayacak yönde hareket etmek. "Hep kendine yontma, biraz da bizi düşün, biz de insanız!"
Kendini ağır satmak: Kendisinden yapılması istenen işi, birçok ricadan, birçok ısrardan sonra yapmayı kabul etmek. "Kendini ağır satmakla adam olduğunu mu kanıtlayacak?"
Kendini alamamak: İstemeyerek bir işi yapmak durumunda kalmak, yapmamayı edememek, kendini tutamayıp yapmak. "O pastayı yemekten kendimi alamadım işte!"
Kendini ateşe atmak: Bilerek zor ve tehlikeli bir işe girişmek. "Kendisini ateşe atmasına izin mi vereceksiniz?"
Kendini bulmak: 1. İyi bir duruma kavuşmak. 2. Kişilik kazanıp olgunluğa erişmek. 3. Farkında olmadan bir yere ulaşmış olmak. "Nihayet kendimi buldum, bundan böyle ekonomik sıkıntı çekmeyeceğim."
Kendini dev aynasında görmek: Kendisini olduğundan büyük bir adam sanmak; üstün, yetenekli, güçlü görmek. "Kendini dev aynasında görmekten ne zaman vazgeçeceksin?"
Kendini dinlemek: 1. Önemsiz, küçük rahatsızlıkları büyütmek; hastalık kuruntusu içinde bulunmak. 2. Yalnız, sakin kalmak. "Uzun bir süre kendimi dinledim, olup biteni tekrar tekrar gözden geçirdim."
Kendini göstermek: 1. Ortaya çıkmak, belirmek. 2. Beğenilecek, takdir edilecek niteliklerini ortaya koymak; gücünü göstermek. "Uzun bir aradan sonra sergi açmaya, kendini göstermeye karar verdi."
Kendini kaptırmak: Bir şeyin etkisinden kendini kurtaramamak. "Bu yaştan sonra kendimi sigaraya kaptıracağım hiç aklıma gelmezdi doğrusu."
Kendini kaybetmek: 1. Düşüp bayılmak. 2. Kızgınlık, öfke yüzünden ne yaptığını bilmeyecek hale gelmek. "Bir iki söz söyledikten sonra kendini kaybetti, oraya yığılıverdi."
Kendini toplamak: 1. Kötü, bozuk olan durumunu düzeltmek. 2. Bir konu üzerinde dikkatini yoğunlaştırmak. 3. Şişmanlamak. "Bizim oğlan kendini iyice toparladı, şimdi ev almayı düşünüyor."
Kendini tutamamak: Bir durum karşısında sessiz ve heyecana kapılmadan durmayı başaramamak, kendine hakim olamamak. "Kendimi tutamadım, ben de ağlamaya başladım."
Kendini vermek: Bir şeye bütün varlığıyla bağlanmak, başka şeylerle ilgisini kesip yalnızca onunla ilgilenmek, bir şeyi tüm gücüyle yapmaya çalışmak. "İşe henüz kendini vermiş sayılmaz."
Kene gibi yapışmak: Yakasını bir türlü bırakmamak; istenmediği hâlde, çıkar sağladığı için birinin peşini bırakmamak. "Kene gibi yapışmıştı adamın yakasına, peşini bir türlü bırakmıyordu."
Keyfinin kahyası (olmamak): Birisine karışmaya hakkı olmamak, istediği gibi yaşamasına engel olmamak. "O benim keyfimin kahyası olamaz, ben dilediğim gibi yaşarım, karışamaz bana!"
Keyif çatmak: Neşeli olmak, hoş ve eğlenceli zaman geçirmek. "İşi nihayet bitirmiştik, sıra keyif çatmaya gelmişti."
Keyif ehli: Rahatına düşkün kimse, zevkinden bol bol yararlanan. "Oldukça rahat, keyif ehli bir insandı."
Kilit noktası: Bütün işlerin çözümlenmesi ona bağlı olan önemli unsur, üzerinde durulması gereken en önemli nokta, makam veya yer.
Kim vurduya gitmek: Bir kargaşa anında ve kalabalık arasında kimin tarafından vurulduğu veya dövüldüğü belli olmamak.
Kimseye eyvallah etmemek: Kimseden yardım ve iyilik beklememek, kimsenin minneti altına girmemek. "Bu yaşa kadar kimseye eyvallah etmedim, bundan sonra da edecek değilim."
Kirişi kırmak: Kaçıp gitmek, bulunduğu yerden gizlice ve çabucak ayrılmak. "Kavga başlayınca kirişi kırarım diye düşündü."
Kirli çamaşırlarını ortaya dökmek: Ayıp, suç ve kusurlarını, gizli kalmış yolsuzluklarını açığa çıkarmak; açıklamak, söylemek. "Kirli çamaşırları ortaya dökülünce ne yapacağını şaşırdı."
Kitabına uydurmak: Yasal olmayan bir işi kimi boşluklardan yararlanarak yasalmış gibi göstermek. "İşi kitabına uydurmuşlar, çok zengin olmuşlardı."
Kıl payı (kalmak): Çok az, az bir fark (kalmak). "Araba o hızla virajı alamadı, uçuruma yuvarlanmasına kıl payı kalmıştı."
Kılı kırk yarmak: Titizlenmek, çok dikkat ederek en ince ayrıntılarına kadar incelemek, önemle üstünde durmak. "Bir malı almadan önce kılı kırk yararcasına evirir çevirir ve öyle alırdı."
Kılına dokunmamak: Bir kimseye, zarar verebilecek en ufak davranıştan bile kaçınmak. "İnan anne, kılına bile dokunmadım kardeşimin!"
Kılını bile kıpırdatmamak (veya oynatmamak): Bir durum karşısında en küçük bir tepki bile göstermemek, ilgisiz kalmak, harekete geçmemek. "Onca insan üstüme yürüdü ama o kılını bile kıpırdatmadı."
Kıran girmek: 1. Daha önce bulunan şey bulunmaz olmak. 2. Hayvanlar ya da insanlar arasında öldürücü bir hastalık yayılmak. "Kıran girdi, bütün koyunlar telef oldu."
Kırık dökük: 1. Eski çürük, sağlam olmayan, değersiz (şey). 2. Düzgün olmayan, parça parça, dağınık (söz). "Şu kırık dökük eşyaları ortadan kaldırın hemen!"
Kırıp geçirmek: 1. Yakıp yıkarak, baskı yaparak, öldürerek büyük zarar vermek. 2. Çok sert davranarak darıltmak. 3. Garip olan söz ve davranışlarıyla herkesi güldürmekten katıltmak.
Kırk dereden su getirmek: Birini kandırmak için çok dolambaçlı gerekçeler ileri sürmek, ikna edebilmek için çok uğraşmak. "Ne inatçı adammış, bir evet demek için kırk dereden su getirtti bana."
Kırk tarakta bezi bulunmak: Birbirinden farklı birçok işle uğraşmak, birçok ilişkisi bulunmak, gizli ilişkileri olmak. "Ne iş yaptığı belli değil, kırk tarakta bezi var adamın."
Kısmeti açılmak: 1. Kazancı artıp bolluğa erişmek. 2. Bir kızı isteyenlerin çoğalması. "Bu miras kızın kısmetini de açtı hani!"
Kısmetini (nimetini) ayağıyla tepmek: Kavuşacağı iyi bir durumu, kıymetini bilmeyerek reddetmek; istememek, değerlendirememek.
Kıt kanaat (geçinmek): Yoksulluk içinde, zar zor ve güçlükle (geçinmek). "Bir zamanlar biz de kıt kanaat geçiniyorduk."
Kıvamına gelmek (bulmak): En uygun zamanında olmak, gerekli ve istenilen şartlar yerine gelmek, istenilen duruma gelmek.
Kıyamet kopmak: 1. Kıyamet günü gelmek. 2. Bir yerde çok gürültü ve patırtı kavga, telaş olmak. "Kıyamet günü gelecek ve insanlar sonunda hesaba çekilecekler."
Kızarıp bozarmak: Utanarak renkten renge girmek, kimi duyguların etkisiyle yüzünün rengi değişmek. "Pot kırdığını anlayınca ne yapacağını şaşırdı, kızarıp bozaran yüzünü kapatmaya çalıştı."
Kızıl (kızılca) kıyamet kopmak: Bir meselede büyük, aşırı, gürültülü bir kavgaya yol açmak; yüksek sesli tartışma başlatmak. "Sizin bostanlara su vermeyeceğim deyince kızılca kıyamet koptu."
Kök salmak: 1. Bir yere iyice, ayrılmamacasına yerleşmek. 2. İyice tutunmak, köklenmek, sağlamlaşmak, yayılmak. "Onun sevgisi, içine iyice kök salmıştı."
Köküne kibrit suyu dökmek: Bir daha belirmeyecek, ortaya çıkmayacak biçimde yok etmek, ortadan kaldırmak.
Kokusu çıkmak: Gizli yapılmış bir iş, daha sonra herkes tarafından bilinir olmaya başlamak. "Bu işin kokusu çıkar diye korkuyorum."
Kolaçan etmek: Çevresini ya da kendisinden istenilen yeri dolaşıp ne var ne yok diye bakmak, olup biteni anlamak amacıyla dolaşmak. "Bir kişi etrafı şöyle bir kolaçan etsin de gelsin."
Koltukları kabarmak: Kendisine ya da yakınlarına yapılan övgüden ötürü kıvanç duyup büyüklenmek, böbürlenmek. "Oğlun oldukça becerikli dedikleri zaman koltuklarım kabardı doğrusu."
Kolu kanadı kırılmak: Çaresiz duruma düşmek, bir şey yapamaz hale gelmek. "Kolu kanadı kırılmış bir vaziyette dolaşıyordu."
Köprüleri atmak: Girişilen, başlanılan bir işten vazgeçmeye ya da geri dönmeye imkânı kalmayacak şekilde kesin bir davranış göstermek; ilişkileri bir daha kurulamayacak biçimde bozmak.
Kör değneğini beller gibi: Bir değişiklik, yenilik düşünmeden, hep aynı biçimde davrananların durumunu anlatmak için kullanılır.
Kör dövüşü: Sonuç alınamayacak ve birbirini engelleyecek biçimde, bir birinden habersiz düzensiz ve uyumsuz çabalama.
Kör kadı: Sözünü esirgemeyen; doğru bildiğini hatır gönül dinlemeden her yerde, herkesin yüzüne karşı söyleyen.
Korktuğu başına gelmek: Endişe duyduğu, kaygılandığı, olmasını istemediği şeyle karşı karşıya gelmek. "Korktuğum başıma geldi, ne yapacağım şimdi ben!"
Körü körüne: Düşünüp taşınmadan, nasıl sonuçlanacağını hesaplamadan, dikkat etmeden. "Bu işe öyle körü körüne giremem, anladın mı?"
Körün istediði bir göz
Allah verdi iki göz : Hayal ettiðinden daha fazlasýna kavuþan kiþiler için kullanýlýr.
Kötüye kullanmak: Suistimal etmek, yetkisini yanlış bir yolda kullanmak, istenilmeyen yolda yararlanmak. "Benim yumuşaklığımı kötüye kullandı."
Koyun kaval dinler gibi: Düşünmeden, hiçbir şeyi anlamadan, ne denildiğini kavramadan dinlemek. "Beni koyun dinler gibi dinleyip çekip gittiler."
Kozunu paylaşmak: Aradaki anlaşmazlığı zora başvurarak, üstün olan güce dayandırarak çözümlemek, sona erdirmek. "Onunla kozunu paylaşmaya can atıyordu."
Kucak açmak: İhtiyaç sahibi birine sığınacak yer vermek, onu korumak. "Muhtaçlara kucak açmak insanlık görevidir."
Küçük dilini yutmak: Çok şaşmak, hayrete düşmek, donakalmak, hiçbir şey söyleyemez hale gelmek. "Ne o dostum, küçük dilini mi yuttun?"
Küçük düşürmek: Onurunu kırmak, birilerinin yanında itibarını sarsmak ve değerini düşürmek. "Dikkatli ol, bir pot kırıp da kendini küçük düşürme sakın."
Kül kedisi: 1. Çok üşüyen, ateşin yanından ayrılmayan (kimse). 2. Uyuşuk, miskin, rahatına düşkün, tembel.
Kül kesilmek: Heyecan ve korkudan yüzünün rengi atmak, solmak. "Katili karşısında görünce yüzü kül kesildi."
Kul köle (veya kurban) olmak: Tam bir doğruluk içinde gönülden bağlanmak, bağlılığın gerektirdiği fedakarlığı yapmaya hazır olmak.
Kül olmak: 1. Bir şey bütünüyle yanmak. 2. Varını yoğunu yitirmek, elinde bulunanlar yok olmak. 3. Büyük bir felakete uğrayıp çok üzülmek.
Kül yutmamak: Oyuna gelmemek, tuzağa düşmemek, kurnazca yapılan bir hileye aldanmamak. "Bana kül yutturamazsınız diyemem ama yeterince dikkatli olduğumu söyleyebilirim."
Kulağı delik: Olup bitenleri çabuk haber alan, hemen her şeyden haberi olan. "Ne kulağı delik adamdır o, ne öğreneceksen ona sor."
Kulağı kirişte (olmak): Söylenecek sözü, gelecek haberi dikkatlice (beklemek). "Kulağınız kirişte olsun, ne duyarsanız iletin hemen."
Kulağına çalınmak: Bir söz, bir haber başkasına söylenirken kendisi de şöyle böyle duymak. "Senin şehre gideceğin kulağıma çalındı, ne diyorsun?"
Kulağına küpe olmak: Başına gelen bir işten, gördüğü olaydan ders alıp hiç unutmamak. "Umarım bu iş senin kulağına küpe olur da aynı hataya bir daha düşmezsin."
Kulağını açmak: Bütün dikkatini vererek dinlemek, söylenenlere dikkat etmek. "Kulağını aç da beni iyi dinle!"
Kulağını çekmek: 1. Uyarmak için hafif bir ceza vermek. 2. Ceza olarak kulağını büküp çekmek. "Şimdi bana kulağınızı çektireceksiniz!"
Külahını ters giydirmek: Çok kurnaz olmak; oyuna getirmek, kendisine iyi davranmayanları bir hile ile yaptıklarına pişman etmek.
Külahları değişmek: "Araları bozulmak, bozuşmak" anlamında tehdit olarak kullanılır. "Hareketlerini düzeltmezsen külahları değişiriz, ona göre!"
Kulak kabartmak: Çaktırmadan, belli etmemeye çalışarak dinlemek. "Dayanamayıp yanındakilerin konuşmalarına kulak kabarttı."
Kulak kesilmek: Çok iyi, bütün dikkatini vererek dinlemek; dikkatini toplayarak duymaya çalışmak. "Ne konuştuklarını merak ediyordum, yanlarına yaklaşarak kulak kesildim."
Külünü (göğe) savurmak: Bir şeyi tamamiyle bitirip yok etmek, harcayıp tüketmek, telef edip bir şey bırakmamak.
Kundak sokmak: 1. Yangın çıkarmak için bir yere tutuşmuş yağlı bez parçası koymak. 2. Ara bozacak bir söz ya da davranışta bulunmak.
Künyesi bozuk: Eskiden kötü durumları görülmüş olan, kötü işlere girmiş bulunan. "Künyesi bozuk diye, bu adama hiç kimse iş vermeyecek mi?"
Küplere binmek: Haddinden fazla öfkelenme, kızmak, sağa sola ateş saçmak. "Yeni saatimi kırdığımı öğrenen annem küplere bindi."
Küpünü doldurmak: Eline geçen fırsatları değerlendirerek çok para biriktirmek. "Küpünü doldurmayı becerebilenlerden olamadım hiç."
Kurban olayım: 1. Aşırı sevgi ve hayranlık anlatmak için kullanılır. 2. Yalvarmak için söylenir. "Kurban olayım yavruma dokunmayın!"
Kürek kadar (pabuç kadar) dili olmak: Hemen her söze cevap yetiştirmek, büyüklerine karşı saygısızca karşılıklar verir olmak.
Kurşuna dizmek: Ölüm cezasını askerî bir birliğin attığı kurşunlarla yerine getirmek, sıkılan kurşunlarla öldürmek."Bütün köy halkını kurşuna dizdiler!"
Kurtlarını dökmek: Öteden beri yapmak istediği şeyi bol bol yapıp hevesini almak. "Bu akşam biraz kurtlarımızı dökelim, ne dersin?"
Kuru kalabalık: 1. Yararsız kırık dökük eşya. 2. Hiçbir işe yaramayan insan topluluğu. "Bu kuru kalabalığa güvenip de sakın yola çıkma."
Kuru sıkı: 1. Korkutmak amacıyla söylenen sözler, blöf. 2. Yalnız barutla sıkılanmış tüfek veya fişek dolgusu.
Kuş uçmaz, kervan geçmez: Çok ıssız, sapa, kır, insanın uğramadığı yer. "Başını alıp kuş uçmaz kervan geçmez bir diyara gitti."
Kuş uçurmamak: Hiç kimsenin geçmesine, kaçmasına izin vermemek; imkân tanımamak, bunun için çok dikkatli davranmak. "Sıkı gözcülerdir, kuş uçurtmazlar, merak etme!"
Kuyruk sallamak: Yaltaklanmak, birisine yaranmak için yapmacık davranışlarda bulunup şirin görünmeye çalışmak. "Bütün gece boyunca şirket müdürüne kuyruk sallayıp durdu."
Kuyruklu yalan: İnsanın kanması için süslenmiş büyük yalan. "İnanmayın ona, söyledikleri kuyruklu yalandan başka bir şey değil!"
Kuyusunu kazmak: Birinin kötü duruma düşmesi, felakete uğraması, zarar görmesini sağlamak için zemin hazırlamak, tuzak kurmak. "Adamın kuyusunu kazıp da elinize ne geçecek."
L
Laf (söz) altında kalmamak:
Bir münakaşa sırasında söylenen her dokunaklı söze karşılık vermek, söz altında ezilmemek.
Laf (söz) aramızda:
"Söyleyeceğim sözleri başka biri duymasın, bilmesin, konuştuklarımız aramızda kalsın" anlamında kullanılır.
Laf (söz) taşımak:
Aralarını açmak maksadıyla birinin bir kimse hakkında söylediği hoş olmayan sözlerini o kimseye ulaştırmak, söz getirip götürmek.
Laf atmak:
1. Dokunaklı sözlerle sataşmak, uzaktan işittirmek. 2. Karşılıklı söyleşmek, konuşmak. 3. Sözle sarkıntılık etmek.
Lafa boğmak:
Birinin söz söylemesine fırsat vermeyip meseleyi gereksiz ve boş sözlerle anlaşılmaz kılmak, gürültüye getirip uzatmak.
Lafı (sözü) ağzına tıkamak:
Birinin sözünü bitirmesine fırsat vermemek, onu susmak zorunda bırakmak, konuşmasını önlemek.
Lafı (sözü) ağzında gevelemek:
Söylemek istediğini açık olarak bir türlü söyleyememek, şundan bundan bahsetmek.
Lafı (sözü) çevirmek:
Konuşmasının sakıncalı bir biçim aldığını fark edince söze başka bir yön vermek, başka konuya geçmek.
Lafını (sözünü) bilmek:
Tutarlı ve mantıklı konuşmak, sakıncalı olmayan ve birini kırmayan sözler söylemek, saygılı ve yerinde konuşmak.
Lahavle çekmek:
Sıkıntıyı, öfkeyi gidermek, sabır telkin etmek için "Lahavle" ile başlayan duayı okumak.
Leb demeden leblebiyi anlamak:
Daha sözün başında ne demek istediğini anlamak, anlayışlı ve kavrayışlı olmak.
Lokma ağzında büyümek:
Herhangi bir sebepten, acı ya da üzüntüden dolayı lokmasını yutamamak, yiyememek.
M
Maaşa geçmek:
Aylığa geçmek, çalıştığı yerden ücret almaya başlamak. “Maaşa geçtiği günün ertesinde onu işten çıkardılar.”
Madalyanın ters (öteki) yüzü:
Olumlu bir olay, iş ya da durumun düşünülmesi, hesaba katılması gereken olumsuz yönü.
Mahalleyi ayağa kaldırmak:
Bağırıp çağırarak, gürültü kopararak konu komşuyu rahatsız etmek, telaşlandırmak.
Mal etmek:
1. Bir malı hakkı olmadığı hâlde kendisininmiş gibi göstermek veya saymak. 2. Bir mala, bir değer karşılığında sahip olmak.
Maneviyatı bozulmak:
Moral gücü sarsılmak, kendine güveni yitirmek, kendini güçsüz ve dirençsiz hissetmek.
Mart içeri pire dışarı:
Birbirinden hoşlanmayan iki kişiden biri gelince ötekinin dışarı çıkışını anlatmak için kullanılır.v
Mat etmek:
1. Satranç oyununda yenmek. 2. Bir tartışmada, karşı tarafı söz söyleyemeyecek duruma getirmek.
Mesele çıkarmak:
Üzüntü verecek, içinden zor çıkılacak, bir anlaşmazlığa sebep olacak bir durum oluşturmak.
Meydan vermemek:
Olumsuz bir olay ya da durumun gerçekleşmesine imkan ve zaman vermemek, engel olmak.
Meydanı boş bulmak:
Kendisine mani olacak kimse bulunmadığı için aşırı davranışlarda bulunmak, bir şeyden çekinmemek.
Mezhebi geniş:
Namus konusunda gerekli olan titizliği göstermeyen, kadın-erkek ilişkilerinde dini kaidelere aldırış etmeyen, iffetsizliğe meydan veren, geniş davranan.
Mim koymak:
1. (Bir şey) unutulmaması için işaret koymak. 2. Önemli bularak üstünde durmak, dikkate almak, önemli şeyler arasında saymak.
Mızıkçılık etmek:
Bir oyunu ya da birlikte yapılan bir işi çeşitli bahaneler ileri sürerek bozmaya çalışmak, razı olmamak.
Mola vermek:
Bir süre ara vermek; uzun süren yolculuğun, çalışmanın, yürüyüşün yorucu etkisini atmak için bir süre dinlenmek.
Mürekkebi kurumadan bozmak:
Bir kararı, sözleşmeyi, anlaşmayı yazılmasından kısa bir süre sonra bozmak.
Mürüvvetini görmek (anne, baba için):
1. Özellikle evladının evlendiğini, çoluk çocuk sahibi olduğunu görmek. 2. Çocuklarının sevinçli günlerini görerek mutluluk duymak.
N
Namus belası:
Namusunu, şerefini, itibarını korumak için katlanılan sıkıntılı durum, kabullenilen zarar ziyan.
Nane molla:
1. Dirençsiz, güçsüz kimse. 2. Çok sık hastalanan, sağlıksız kimse. 3. Üşengeç, bir iş yapmaktan kaçınan.
Naza çekmek:
Kendini ağır satmak, bir isteği yerine getirmekte yapmacıklı davranışlarla isteksiz gibi davranmak.
Ne akar ne kokar:
Kimseye ne faydası ne de zararı dokunan pısırık, çekingen kimseler için kullanılır.
Ne günlere kaldık!:
"Eskiden daha iyiydi, zaman değişti, düzen ve usuller başkalaştı, çok kötü günler geçiriyoruz" anlamında kullanılır.
Ne hâli varsa görsün!:
Uyarılara, öğütlere kulak asmayan insanlar için "ne yaparsa yapsın, beni ilgilendirmiyor" anlamında kullanılır.
Ne pahasına olursa olsun:
Her türlü sıkıntı ve tehlikeyi göze alarak, ne kadar büyük fedakârlık isterse istesin.
Ne şiş yansın ne kebap:
"İki taraf da korunsun, gücendirilmesin, ikisinin de zarar görmeyeceği bir yol bulunsun" anlamında kullanılır.
Ne yardan geçer ne serden:
İstediği şey fedakârlığı gerektirdiği hâlde, fedakârlığa yanaşmayan ama istediğinden de vazgeçmeyen kimseler için kullanılır.
Nerede akşam orada sabah:
"Gece kalacağı bir yeri yok, neresi rast gelirse orada kalıp yatar" anlamında kullanılır.
Nuh der peygamber demez:
Son derece inatçıdır, düşüncelerini bir türlü değiştirmez, söylediklerinde ve inançlarında direnir.
Nuh Nebi'den kalma:
Çok eski modası geçmiş, köhnemiş (eşya, bina). "Nuh Nebi'den kalma bir koltukta oturuyordu."
Numara yapmak:
Bir hareketi yalandan yapmak, bir şeyi gerçekmiş gibi söyleyerek karşısındakini aldatmak.
O
Ö
O
Ocağına incir dikmek:
Birinin evini barkını dağıtmak, düzenini alt üst etmek, yuvasını yıkıp toparlanamaz hâle getirmek.
Ö
O
Oğul vermek:
Oğul arılarının bir bölüğü kovandan ayrılıp başka bir kovana gitmek, yeni bir oğul arısı topluluğu meydana getirmek.
Ö
Öküzün altında buzağı aramak:
Kimi sebepler, bahaneler uydurarak suç ve suçlu bulma çabasında olmak.
O
Ö
O
Oldu olacak kırıldı nacak:
"Olanlar oldu, iş işten geçti, olanlar geri dönülemeyecek bir durum aldı, bunu kabul etmek gerek" anlamında kullanılır.
Oldum bittim (veya oldum olası):
Başından beri, öteden beri, ilk zamandan beri, kendimi bildiğimden beri.
Ö
Ölmek var, dönmek yok:
"Neye mal olursa olsun, iş sonuna kadar götürülecektir, yapılmasından kaçınılmayacaktır" anlamında kullanılır.
O
Ö
Ölüp ölüp dirilmek:
1. Çok ağır bir hastalıktan kurtulmak. 2. Ard arda gelen sıkıntılı, acı veren durumlara düşmek.
Ölür müsün, öldürür müsün?:
"Öyle ters bir iş yaptı ki ona mı ceza vermeliyim kendime mi?" anlamında kullanılır.
O
Olur olmaz:
1. Meydana gelmesinden hemen sonra. 2. Rast gele, sıradan. 3. Gerekli gereksiz, yerli yersiz, önemli önemsiz durumu gözetilmeden yapılan (iş) ya da söylenen (söz).
Oluruna bırakmak:
Bir işin yapılabildiği, olabildiği kadarıyla yetinmek, müdahale etmeden bekleyip sonucuna ne olursa olsun razı olmak.
Ö
O
Ö
O
Ö
O
Ö
O
Ö
O
Ortada kalmak:
1. Yersiz yurtsuz kalmak, barınacak yer bulamamak. 2. İki şey arasında kalmak. 3. (Bir şeyi) kimse üzerine almamak.
Ö
O
Ö
Ötesi çıkmaz sokak:
"Takip edilen yol yanlıştır, bu yolla bir yere gidilemez, sonuç alınamaz, bir yere kadar gidilir ama daha fazla gidilemez" anlamında kullanılır.
O
Oy birliği:
Bir toplantıya katılan, bir meseleyi konuşan kimselerin aynı düşüncede olup aynı yönde oy kullanmaları.
Oya koymak:
Bir işin sonucunu belirlemek üzere oy verilmesini istemek, oylama yoluyla bir topluluğun görüşünü almak.
Ö
O
Oyunun sakalı bitmek :
Bitmiþ olayları anlatan bu deyim genellikle Karagöz oyunlarının sonunda kullanılır.
Ö
Özrü kabahatinden büyük:
Bir kabahat için özür dilerken daha büyük bir kabahat işleyen kimse için söylenir.
Özü sözü bir:
Düşünceleri, söyledikleri ve yaptıkları bir olan, ne düşünüyorsa onu söyleyen, içi dışı bir olan kimse.
Özür dilemek:
1. Yaptığı bir yanlıştan ötürü affedilmesini istemek. 2. Özrünü ileri sürerek yapılması kendinden istenen işi yapmamak, bundan bağışlanmasını istemek.
P
Pabucu dama atılmak:
Kendisinden üstün birinin çıkmasıyla gözden düşmek, değer ve itibarını kaybetmek.
Paçayı kaptırmak:
1. Yakalanmak, ele geçmek. 2. Giriştiği işten vazgeçmek istediği halde kendini kurtaramamak. 3. Dilediği gibi davranamamak.
Pahalıya mal olmak:
Kolay elde edilememek; para, özveri ve emek gerektirmek; zarara ve sıkıntıya yol açmak.
Para çekmek:
1. Banka veya benzeri bir yere yatırılmış parayı geri almak. 2. Bir kimseden çeşitli yollarla para sızdırmak.
Para tutmak:
1. Parasını idareli harcayıp kalanını biriktirmek. 2. Satın alınan şeyin karşılığını para olarak hesaplamak.
Para yedirmek:
İşini yaptırmak için birilerine kanunsuz, hak etmedikleri parayı vermek; rüşvet vermek.
Para yemek:
1. Çok para harcamak. 2. Rüşvet yemek, görevini kötüye kullanıp bir iş yapmak için birinden para almak.
Parmak basmak:
1. Bir nokta üzerine dikkati ya da ilgiyi çekmek. 2. İmza yerine parmağını mürekkebe batırarak bir yere bastırmak.
Parmak kaldırmak:
1. Olumlu oy vermek için el kaldırmak. 2. Bir toplulukta söz istemek için işaret parmağını kaldırıp diğerlerini yumarak el kaldırmak .
Partiyi kaybetmek:
1. Biriyle çekiştiği bir konuda yenilmek. 2. Elde etmeye çalıştığı bir kazancı bir başkasına kaptırmak.
Peşkeş çekmek:
Kendisinin veya bir başkasının malını bir çıkar uğruna birisine uygunsuz olarak vermek.
Pire için yorgan yakmak:
Önemsiz bir şey için kızıp daha büyük zarara yol açacak davranış içine girmek.
Puan almak:
1. Spor karşılaşmalarında sayı kazanmak. 2. Bir test imtihanında herhangi bir puan elde etmek.
Pupa yelken:
1. Alabildiğince, hiçbir şeye bağımlı olmadan. 2. Yelkenler, arkadan esen rüzgarla şişmiş olarak, tam yolla.
Püsküllü belâ:
Kendisinden kurtulunması bir türlü mümkün olmayan, büyük sıkıntı, zarar veren kimse veya şey.
R
Rahatlık (rahat) batmak:
Rahat, iyi bir yerdeyken o yeri olmayacak nedenlerden ötürü terk eden insanlar için sitem biçiminde söylenir.
Rast gelmek:
1. Düşünmediği, beklemediği bir anda biriyle karşılaşmak. 2. Düşünmediği veya düşünülmediği hâlde payına düşmek.
Renk vermemek:
Bir konu ile ilgili duygularını, düşüncelerini belli etmemek; bildiği halde bilmez gibi görünmek.
Resmiyete dökmek:
Bir iş veya duruma resmiyet kazandırmak, onu resmi kanallardan halletme yolunu seçmek.
Rest çekmek:
1. Kesin tavır almak, herhangi bir konuda son sözü söylemek. 2. Bir oyunda önündeki paranın tümünü ortaya koymak.
Rota değiştirmek:
1. Takip edilen yoldan ayrılmak. 2. Tutumunu, tavrını değiştirmek, izlediği yoldan kopmak.
Rüzgar gelecek delikleri tıkamak:
İstenmeyen bir duruma veya zarar gelebilecek bir gelişmeye karşı her türlü önlemi almak.
S
Saati saatine uymamak: Bir kimsenin durumu, huyu sık sık değişir olmak. "Ona güvenemem, çünkü saati saatine uymaz."
Sabaha çıkamamak: Sabahtan önce ölmek, sabaha kadar yaşayamamak. "Hastanın durumu ağır, sabaha çıkacağını sanmıyorum."
Sabahı etmek (veya bulmak): Sabahlamak, bir sebeple sabaha kadar uyumamak, bir konu ile uğraşmak. "Köye varmamız sabahı bulacak."
Sabahın köründe: Çok erken, ortalık henüz ağarmadan, sabahın en erken vaktinde. "Sabahın köründen beri yoldayız."
Sabrı taşmak: Katlanamaz, dayanamaz, sabredemez olmak; tahammül gücü kalmamak. "Sabrımı taşırmadan çekip gidin buradan."
Saç saça baş başa: (Kadınlar) kıyasıya kavgaya tutuşmak, birbirlerini hırpalayarak kapışıp dövüşmek.
Saç sakal birbirlerine kırışmak: Üstü başı perişan, uzun süre saç ve sakal tıraşı olmamış, kendine çeki düzen vermemiş olmak. "Onu, saç sakal birbirine karışmış görünce bayağı canım sıkıldı."
Saçı bitmedik (yetim): Doğalı çok olmamış, henüz yeni doğmuş çocuk (yetim). "Bu parada, saçı bitmedik yetimlerin de hakkı vardır."
Saçını başını yolmak: 1. Birini çok fazla dövüp hırpalamak. 2. Çok üzülmek, üzüntüsünden dövünmek. "Sinirinden saçını başını yolmaya başladı."
Saçını süpürge etmek: (Kadın) çok büyük istekle çalışıp hizmet etmek, özveri ile birileri uğrana çalışmak. "Sizi okutabilmek için saçımı süpürge ettim."
Ş
Şafak atmak: Aniden önemli bir durumla karşı karşıya kaldığını anlamak, bu sebeple tedirgin olmak. "Onu yanımdan kovunca bende şafak attı."
Şafak sökmek: Güneşin doğmaya başlamasıyla gece karanlığının yavaş yavaş kaybolup ortalık aydınlanmaya başlamak. "Şafak sökmeye başlayınca yola çıkmaya karar verdiler."
S
Sağı solu (belli) olmamak: Bir durum karşısında nasıl davranacağı, ne tavır takınacağı belli olmamak. "Dikkatli olun, onun sağı solu belli olmaz."
Sağır sultan bile duydu: İşitmedik kimse kalmadı, hemen herkes işitti, duymayan kalmadı. "Haklarında çıkan dedikoduyu sağır sultan bile duydu ama siz duymadınız öyle mi?"
Sağlam ayakkabı değil: Doğruluğuna, namusluluğuna güvenilmez; kişiliği kuşku veren. "O mu? Hiç de sağlam ayakkabı değil."
Sağlam kazığa bağlamak: Bir işin aksamadan yürümesini sağlayacak önlemleri alarak güvenilir bir duruma koymak.
Sağlık olsun: "Bir zarara uğradık ama önemli değil, üzülmeye değmez, canımız sağ olsun, kapatırız" anlamında kullanılır.
Ş
Şaha kalkmak: 1. Atın ön ayaklarını yerden kesip arka ayakları üstünde yerde durması. 2. Coşmak, kükremek, baş kaldırmak. "Azgın at şaha kalkarak binicisini sırtından yere attı."
S
Sahip çıkmak: 1. Birini ilgilenip korumak. 2. Bir şeyin kendisine ait olduğunu söylemek. "Şu kimsesize sahip çıkalım."
Ş
Şaka götürmemek: 1. Şakadan hoşlanmamak. 2. Bir iş ya da durum dikkatsizliğe, önemsenmemeye gelmemek. "Bu iş şaka götürmez beyler, dikkat edin!"
Şaka maka (derken): "Ciddiye almıyor, ağırlığını duymuyor, gerektiği gibi önemsemiyorduk ama sonunda gerçekten önem vermemiz gerektiği ortaya çıktı" anlamında kullanılır.
S
Ş
Şakası yok: 1. Tehlikeli. 2. (O) hatır gönül tanımaz, gerekeni yapar, ciddi bakar olaya. "Şakası yok bu adamın, hemen buradan gidelim."
Şakaya getirmek: 1. Oldukça önemli, ciddi bir şeyi açıktan söylemeyip şaka yollu söylemek. 2. Önemli bir meseleyi şaka yaparak geçiştirmek. "İşi şakaya getirip unutturmaya kalkma emi!"
S
Sakız gibi yapışmak: Peşini bırakmamak, ayrılmamak, istediğini yaptırmaya çalışmak. "Sakız gibi yapıştı yakama, bırakmıyor ki gideyim!"
Sallantıda kalmak: Bir çözüme bağlanamamak, nasıl olacağı bilinmeden öylece kalmak. "İşler sallantıda kaldı; bu, bizi biraz düşündürüyor."
Saltanat sürmek: 1. Bolluk, verimlilik içinde yaşamak. 2. Hükümdarlık etmek. "Üzülme, saltanatı çok sürmeyecek."
Saman altından su yürütmek: Hiç kimseye sezdirmeden iş çevirmek, ortalığı birbirine karıştırmak. "Saman altından su yürütenleri hiç sevmem."
Ş
Şamar oğlanı: Herkesin hıncını aldığı, dövdüğü, çattığı, söylendiği kimse. "Yeter artık, şamar oğlanı olmaktan kurtar kendini!"
Şapa oturmak: Güç bir duruma düşmek, çıkmaza girmek. "Şimdi şapa oturduk işte, yardım alacak kimse de yok ortalıkta."
S
Sarmaş dolaş olmak: Birbirine sarılıp kucaklaşmak, birbirini iyice kucaklamak. "Anne oğul sarmaş dolaş oldular meydanda."
Sarpa sarmak: Bir iş, çözülmesi çok güç bir durum almak; zorluklar belirmek. "İşler iyice sarpa sardı, nasıl kurtulacağız bundan."
Ş
Şart koşmak: Bir işin yapılmasını önceden bir şarta bağlamak. "Para almadan, vermeyeceğini şart koş ona."
S
Satıp savmak: Eldeki malı veya eşyaları yok pahasına satmak, ucuza satıp tüketmek. "Ne varsa satıp savacak, öyle gelecek."
Sayıp dökmek: Ne var ne yok hepsini söylemek, arka arkaya sıralamak. "Ne sözler sayıp döktü ama kimse anlamadı."
Seferber olmak: Bir işe eldeki tüm imkânları kullanarak girişmek. "Yanan evi söndürmek için herkes seferber oldu."
Selâm verip borçlu çıkmak: Küçük bir ilgi göstermek karşılığında hemen kendisine bir iş yüklenilmek.
Selamı sabahı kesmek: Dostluğu, arkadaşlığı, ahbaplığı kesmek, her türlü ilişkiye son vermek; selamına bile karşılık vermemek. "Onunla selamı sabahı kesmişsin diyorlar, doğru mu?"
Sen giderken ben geliyordum: "Ben bu oyunları senden daha iyi bilirim, ben daha tecrübeliyim, beni aldatamazsın." anlamında kullanılır.
Sen sağ ben selâmet: İş sonuçlandı, artık yapacak bir şey kalmadı. "Nihayet bütün mallar satıldı, bundan sonra sen sağ ben selâmet."
Senet vermek: 1. Yazılı, imzalı belge vermek. 2. "Bu işin böyle olduğuna inanmanı istiyorum" anlamında kullanılır.
Seninki (tatlı) can da benim ki (elinki) patlıcan mı?: "Senin canın kıymetli de benimki kıymetli değil mi?" anlamında kullanılır.
Senli benli olmak: Çok samimi, içten, teklifsiz biçimde olmak."O kadar senli benli olma yabancılarla."
Sepet havası çalmak: Birini işten çıkarmak, yol vermek, yanından uzaklaştırmak. "Demek bize de sepet havası çalacakmış, görürüz bakalım!"
Ser verip sır vermemek: Dürüst, güvenilir, ağzı sıkı olmak; ne kadar zorlanırsa zorlansın kimseye sırrını söylememek. "Bu ordunun ser verip sır vermeyen yiğitlere ihtiyacı vardır."
Sere serpe: Rahatça, sıkışık olmayarak, açılıp saçılarak, çekinmeden, serbestçe. "Yolda sere serpe yürürken korkunç bir ses duydum."
Ş
S
Sermayeyi kediye yüklemek: Parasını yiyip bitirmek, işini ve parasını kaybetmek, batırmak. "Desene sermayeyi kediye yüklemişsin sen!"
Ses çıkarmamak: 1. İtiraz etmemek, hoş görerek karşı çıkmamak. 2. Hiç konuşmamak, susmak. "Kendisine söylenen o kötü sözlere nasıl ses çıkarmadı şaşıyorum."
Ses seda çıkmamak: 1. Hiçbir tepki görülmemek. 2. Haber çıkmamak. "Ses seda çıkmadı hiçbir komşudan."
Ses vermemek: 1. Herhangi bir sesi çıkarmamak. 2. Bir çağrıya kulak vermemek. "Adam evdeydi ama hiç ses vermedi."
Ş
S
Sesini kesmek: 1. Söylemekte iken susmak, bir şey söylemez olmak. 2. Bir kişiyi söylerken susturmak, artık söyletmemek. "Şunun sesini kesin, yoksa çıldıracağım!"
Ş
Şeyhin kerameti kendinden menkul: Çok büyük işler yaptığını belirtiyor ama bunu doğrulayacak ne kanıt ne de kimse var ortalıkta.
S
Seyirci kalmak: Bir olay karşısında hiç tepki göstermemek, işe karışmamak. "Öğrencilerin birbirine girmesine polis seyirci kalamazdı."
Ş
Şeytan diyor ki!: "İçimden şu kötü işi yap, doğru yoldan ayrıl eğilimi geçip duruyor" anlamında kullanılır. "Şeytan diyor ki git şunu bir güzel döv."
Şeytan dürtmek: Durup dururken uygunsuz, kötü bir davranışta bulunmak. "Güzel güzel oynarken arkadaşına vurup kaçtı, şeytan dürttü herhalde."
Şeytan kulağına kurşun: İyi bir durumdan, işten gidişten söz ederken "Aman nazar değmesin, Allah kötülerin şerrinden korusun, şeytandan uzak bulundursun." anlamında kullanılır.
Şeytana uymak: Dinin emirleri dışına çıkmak, haram olan işlere bulaşmak, doğru yoldan ayrılmak. "Şeytana uyup da tekrar kumara başlayacak diye korkuyorum."
Şeytanın ayağını kırmak: 1. Aksiliği, uğursuzluğu yenmek. 2. Herhangi bir sebepten ötürü yapamadığı bir şey yapmak. "Haydi, şu şeytanın bacağını kır da bize gel."
Şeytanın yattığı yeri bilmek: Çok kurnaz ve açıkgöz olmak; bilinmesi, hatırlanması güç şeyleri bilmek; pek çok şeyden haberdar olmak. "O ne tilkidir bilemezsin, şeytanın yattığı yeri bile bilir."
S
Silip süpürmek: 1. Ortada ne varsa hepsini yemek. 2. Hepsini alıp götürmek, yok etmek. 3. Ortalığı temizlemek. "Evi çarçabuk silip süpürdüm."
Ş
Şimdiden tezi yok: Hemen, hiç durmadan, hiç vakit kaybetmeden. "Şimdiden tezi yok, ne yapılacaksa yapılmalıdır."
Şimşekleri üzerine çekmek: Söz ve davranışlarıyla çevresindekileri kızdırmak; rahatsız etmek; sert eleştirilerine, saldırılarına hedef ve neden olmak. "Boşu boşuna şimşekleri üzerine çektin."
S
Sinek avlamak: Satış yapamamak, iş ve müşteri olmadığından boş oturmak, iş yapamaz olmak. "Sabahtan beri sinek avlayıp duruyoruz."
Sinekten yağ çıkarmak: Hemen her şeyden, olmayacak şeyden bile çıkar sağlamaya çalışmak; yarar ummak. "Öyle açıkgözdü ki sinekten bile yağ çıkarırdı."
Sineye çekmek: Bir zarara, hoş olmayan bir duruma, bir kötü söz veya davranışa ister istemez katlanmak. "Uzun yıllar kocasının geçimsizliğini, kabalığını sineye çekti durdu."
Sinirleri gergin olmak: En ufak bir olay çıktığı anda tepki gösterecek kadar sinirleri bozuk olmak. "Sinirleri çok gergin, üstüne varmayın."
Sinirleri yatışmak: Öfkesi veya kızgınlığı geçmek, sakinleşmek. "Çok şükür öfkesi yatıştı, şimdi konuşabilirsiniz."
Sipsivri kalmak: Tek başına, çaresiz ortada kalmak. "Sipsivri kalakalmıştım, ne yapacağımı bilmiyordum."
Ş
S
Sivri akıllı: Kimsenin aklını beğenmeyen, düşünceleri kimseninkine benzemeyen, acayip fikirleri olan. "Hangi sivri akıllıya uydunuz da böyle yaptınız!"
Sıcağı sıcağına: Hemen, olayın üzerinden fazla zaman geçmeden, unutulmadan. "Sıcağı sıcağına gidip onları barıştırmayı düşündü."
Sıcak yüz göstermek: Yakınlık göstererek karşılamak. "Biraz sıcak yüz gösterseydin günaha mı girerdin?"
Sıfıra sıfır, elde var sıfır: "Hiçbir şey elde edemedik, bütün çalışmalar boşa gitti" anlamında kullanılır.
Sıfırı tüketmek: 1. Elinde avucunda bir şey kalmamak, malı ve parayı bitirmek. 2. Gücü kalmamak. "Bu kadar düşüncesiz davranmasaydı sıfırı tüketmezdi."
Sık boğaz etmek: Bir şey yaptırmak için birini zorlamak, baskı altına almak. "Tamam yapacağız, sık boğaz edip durmayın."
Sıkı fıkı: Çok samimi, birbirine çok bağlı, içten ve teklifsiz. "Onlar kadar sıkı fıkı insan görmedim."
Sıkıntı basmak: Çok daralmak, sıkılmak, can sıkıntısı duymak, ruhen boşlukta olmak. "Otobüste beni bir sıkıntı bastı, dokunsalar patlayacaktım hani!"
Sıkıntı çekmek: 1. Zorluk, darlık ya da yoksulluk içinde yaşamak. 2. Ruhen tedirginlik duymak. "Hiç sıkıntı çekmedim desem yalan olur."
Sıkıntıya gelememek: Kendini dara düşürücü işlere dayanıklı olamamak, bu işleri yapma yeteneği bulunmamak.
Ş
S
Sırtından geçinmek: Asalak yaşamak, birinin kesesinden sağlamak. "Yeter artık onun bunun sırtından geçindiğin, biraz da sen çalış çabala!"
Sırtını dayamak: 1. Güçlü bir yere veya birine güvenmek. 2. Bir yere dayanmak ya da yaslanmak. "Sırtını babasına dayamış atıp tutuyor, her dilediğini yapıyor."
Sırtını yere getirmek: 1. Üstün gelmek. 2. Güreşte rakibi sırt üstü yere yatırarak yenmek. "Onun sırtını kimse kolay kolay yere getiremez."
Soğuk duş etkisi yapmak: Ansızın bildirilen tatsız bir haber karşısında olumsuz bir tepki göstermek.
Soğuk kanlı: Serin kanlı, kolayca kızmayan, heyecana kapılmayan, telaş etmeyen. "Helal olsun, ne soğuk kanlı davrandı."
Ş
S
Sokağa düşmek: 1. Bir şey çoğalıp değerini yitirmek. 2. Kötü yola sapmak. "Kimsesiz olduğu için itilip kakıldı, sonunda sokağa düştü zavallı."
Sökün etmek: Bir şey çıkagelmek, art arda gelmek, birbiri ardından görünmek. "Göçmen kuşlar ufuktan sökün ettiler."
Solda sıfır (kalmak): "Hiçbir değeri ve önemi yok" anlamında kullanılır. "Senin yaptığın iş benimkinin yanında solda sıfır kalır."
Soluk soluğa: Zor nefes alarak; heyecan, telaş, yorgunluk veya bitkinlikle; koşmaktan güçlükle, sık sık soluyarak. "Soluk soluğa içeri girdi."
Ş
Şom ağızlı: Hemen her olayı kötüye yoran, kötü şeyler olacağını söyleyen, ileri sürdüğü ihtimallerin gerçekleşmesinden korkulan kimse. "Milleti korkutup durma, kapa şu şom ağzını da rahatlayalım."
S
Sonradan görme: Sonradan zenginleşerek gösteriş, kibarlık, övünme gibi davranışlarda bulunan. "Sonradan görme ne olacak!"
Sorguya çekmek: Bir kimseye yaptıklarından ötürü sorular sormak ve cevaplarını istemek. "Mahkûmu hemen sorguya çekmişler."
Ş
Şöyle böyle: 1. Ne iyi ne kötü, orta derecede. 2. Hemen hemen, aşağı yukarı, yaklaşık olarak. "Şöyle böyle üç yıl oldu onunla görüşemedik."
S
Söyleye söyleye dilimde tüy bitti :
Çok öğüt verdiği halde sözü dinlenilmeyen insanların içinde bulunduğu durumu anlatır.
Soyup soğana çevirmek: 1. Her şeyini, varını yoğunu elinden almak. 2. (Hırsız) bir yeri ya da kişiyi iyice soymak. "Dükkânı soyup soğana çevirmişler."
Söz (laf) işitmek: Paylanmak, azarlanmak, biri kendisine darılmak. "Durup dururken babamdan söz işittik yine."
Söz altında kalmamak: Bir kimsenin kendisini inciten sözüne benzer şekilde cevap vermek. "Benim söz altında kalacağımı sanıyordu."
Söz ayağa düşmek: Bir konu, herkesin ağzına dökülmek, sorumsuz ve yetkisiz kimselerin düşünce bildirdikleri duruma gelmek.
Söz bir Allah bir: "Verdiğim sözü yerine getireceğim, ondan dönmeyeceğim; Cenab-ı Hakk'ın bir olduğunda şüphe yoktur; ona nasıl inanıyorsam, verdiğim sözün doğruluğuna da inanın" anlamında kullanılır.
Söz birliği etmek: Bir olayla ilgili olarak aynı şeyleri söylemek üzere anlaşmak, aynı görüşte olmak. "Onunla söz birliği mi ettiniz?"
Söz çıkmak: 1. Ortalıkta bir rivayet dolaşmak. 2. Hakkında dedikodu yapılır olmak. "Bir daha görüşmek istemiyorum, hakkımızda söz çıkacak diye korkuyorum."
Söz dinlemek: Verilen bir öğüdü, bir sözü tutmak, davranışlarını buna uydurmak. "Sözümü dinleseydin başına bunlar gelmezdi!"
Söz gelmek: Bir davranışından veya sözünden ötürü eleştiriye uğramak, kötülenmek, yakınları kendisine darılmak.
Söz götürmez: Gerçekliği, doğruluğu kesin ve açık olan; tersi savunulamayan. "Söz götürmez işler bunlar."
Söz kaldırmamak: Onu inciten, onuruna dokunan söze dayanamayıp karşılık verir olmak. "Bu sözleri kaldırmamı beklemiyordun herhalde?"
Söz sahibi olmak: Herhangi bir konuda konuşmaya yetkisi bulunmak. "Bu şirketin alım ve satımında söz sahibi olmadığımı da kim söylemiş?"
Sözde kalmak: Yapılması kararlaştırılmış bir iş gerçekleşmemek. "Sözde kalacaksa konuşmamızın bir anlamı yok."
Sözü (bir şeye) getirmek: Konuşurken asıl üzerinde durmak istediği meseleye üstü kapalı değinmek, bu konunun üzerinde konuşulmasını sağlamak. "Söylesene açıkça, sözü nereye getirmek istiyorsun?"
Sözü bağlamak: Konuştuklarını bir sonuca vardırmak, konuşmayı sonuçlandırmak. "Sözü bağlamasına az bir zaman kalmıştı ki bir gürültü koptu."
Sözü kesmek: 1. Söyleyeceklerini bitirmeden susmak. 2. Başkasının konuşmasına engel olmak. "Bir anda sözünü kesip kürsüden indi."
Sözüm meclisten dışarı: "Konuşmam arasında hoşunuza gitmeyecek, kaba olabilecek, ağza alınması doğru olmayan sözler kullanacağım ancak bunların sizinle ilgisi yoktur" anlamında kullanılır.
Sözüne gelmek: En sonunda karşı çıktığı kimsenin fikrini kabul etmek. "Demek sözüme geldin, o hâlde gidelim."
Sözünü balla kestim: "Sözünüzü kesmemi hoş görün; özür dilerim, sözünüzü kesmek zorunda kaldım" anlamında kullanılır.
Sözünü esirgememek: Ne düşünüyorsa söylemek, kimseden çekinmemek, karşısındakini kıracağım diye kaygılanmamak. "Ondan sözümü esirgeyecek değilim, tamam mı?"
Sözünü geri almak: Söylemiş olduğu sözün doğru olmadığını kabul ederek söylenmemiş sayılmasını istemek. "Sözünü geri al, yoksa karışmam!"
Sözünü tutmak: 1. Verdiği sözü yerine getirmek. 2. Birinin verdiği öğüde uymak. "Babanın sözünü tut, zararlı çıkmazsın."
Sözünü yabana atmamak: Bir kimsenin söylediklerine önem vermek. "Öğretmenin sözünü yabana atma sakın."
Sözünün eri olmak: Verdiği sözü ne pahasına olursa olsun yerine getiren bir kişi olmak. "Ona güvenin, o sözünün eri olan birisidir."
Su gibi akmak: 1. Zamanın çok hızlı geçip gitmesi. 2. Bol bol gelmek ya da gitmek (para, yiyecek vs.). "Para su gibi akıyor, o harcamayacak da ben mi harcayacağım?"
Su koyvermek: 1. Sebze ve et pişerken suyunu salıvermek. 2. Cıvıtmak, sözünde durmamak. "Su koyvermeden çalışamaz mısın sen?"
Su yüzüne çıkmak: Belli olmak, aydınlanmak. "Bu işin asıl sebepleri su yüzüne çıkacak, sen de gününü göreceksin."
Sucuk gibi ıslanmak: Baştan aşağı, elbisesinin ve vücudunun her yanına su değmek. "Hortumu üstüme tutup beni sucuk gibi ısladı."
Süklüm püklüm: Korkup çekinerek, ezilip büzülerek, utanıp sıkılarak. "Süklüm püklüm yanımıza yaklaştı.
Sululuk etmek: Cıvıklık etmek, taşkın hareketlerde bulunmak, ciddi davranmamak. "Sululuk etmeyi bırak da çalışmaya bak."
Ş
S
Sünger çekmek: Unutmak, silmek, hiçbir şey olmamış saymak. "Sen o işin üzerine bir sünger çek hele."
Süngüsü düşük: Eski atılganlığı, neşesi, canlılığı, etkinliği kalmamış. "Bir hayli süngüsü düşük çıktı müdürün yanından."
Ş
Şunu bunu bilmemek: İtiraz dinlememek, mazeret kabul etmemek, bahane istememek. "Şunu bunu bilmem, yarın akşam sizi bekliyoruz."
Şunun şurası: Küçümseme, azımsama, yakın bir yer belirtmek istendiğinde kullanılır. "Şunun şurası on adımlık yer, gelmeyecek misin?"
Şüphe kurdu: Kişinin içini kemiren, onu tedirgin eden kuşku. "Onu arkadaşlarıyla birlikte gönderdim ama yine de içimi bir şüphe kurdu kemirip duruyor."
S
Sürüden ayrılmak: Herkesin tuttuğu yolu bırakıp ayrı bir yol takip etmek. "Sürüden ayrılanı her zaman kurt kapar mı?"
Sürüncemede kalmak: Gecikmek, bir türlü sonuçlanamamak, askıda kalmak. "Bizim iş sakın sürüncemede kalmasın çocuklar!"
Süt dökmüş kedi gibi: Bir kabahat işleyip de bu kabahatinden dolayı utanan, korkan, çekinen kimsenin durumunu anlatmak için kullanılır.
Süt kuzusu: 1. Henüz meme emen kuzu. 2. Çok küçük bebek, yavru, korunması gereken küçük çocuk. 3. Çok nazlı, el bebek gül bebek büyütülmüş kimse. "Daha süt kuzusu o, nasıl kıyılıp da vurulur ona?"
Sütü bozuk: Mayası bozuk, kötü soydan gelen ve ahlâksızlık eden kimse. "Senin gibi sütü bozuklara selam verilir mi?"
Suya götürüp susuz getirmek: Birinden çok kurnaz olmak, onu aldatabilecek kadar akıllı ve kabiliyetli olmak.
Suya sabuna dokunmamak: Sakıncalı konulardan uzak durmak, davranışlarıyla birilerini incitmeyecek yol tutmak. "Başına gelen son beladan sonra suya sabuna dokunmamaya karar verdi."
Suyu bulandırmak: İyi, olumlu, yolunda giden bir işi art niyetle karıştırmak. "Sen de suyu bulandırmasan olmaz değil mi?"
Suyu kaynamak: İş başından uzaklaştırılması zamanı yakın olmak. "Sen de suyu kaynayanlar arasında yer alıyorsun."
Suyu mu çıktı?: "Beğenilmeyecek nesi var, ne kusurunu gördün ki orada kalmıyorsun?" anlamında kullanılır.
Suyu nereden geliyor?: "Bu işi yürütmek için harcanan para hangi kaynaktan sağlanıyor." anlamında kullanılır.
Suyun başı: 1. Suyun çıktığı yer, kaynak. 2. En çok yarar sağlanacak yer. 3. Bir iş için en önemli, iş en son kendisinde bitecek kişi, mevkii. "Yorgun bedenlerini suyun başındaki çimenlerin üstüne bıraktılar."
Suyunca gitmek: Bir kimseyi öfkelendirmeyecek biçimde hareket edip davranışlarını onun isteğine, eğilimlerine uydurmak. "Aman kızım kocanın suyunca git de sana zarar vermesin."
Suyunu çekmek: 1. Yemek çok kaynayıp hiç suyu kalmamak. 2. Bir şeye özellikle de para harcanıp tükenmek. "Paralar suyunu çekti, ağanın da forsu bitti."
T
Taban tabana zıt: Birbirinin tamamen karşıtı olmak, birbirine çok aykırı. "Taban tabana zıt düşüncelere sahiptiler."
Taban tepmek (patlatmak): Yayan olarak çok uzun yol yürümek, çok sık gidip gelmek. "Kasaba ile köy arasında o iş için az taban tepmedim."
Tabana kuvvet: "Binecek bir şey yok, yayan gitmekten başka çare de kalmadı" anlamında kullanılır. "Haydi kalkın bakalım, tabana kuvvet!"
Tabanları kaldırmak: Çok hızlı yürümeye ya da çok hızlı koşarak kaçmaya başlamak. "Polislerin geldiğini görünce tabanları kaldırdı."
Tabanları yağlamak: 1. Uzak bir yere yayan olarak gitmek için hazırlanmak. 2. Hızlıca koşarak kaçmak.
Taburcu olmak: İyileşen hasta, bakıma gerek duymadığından hastaneden çıkmak. "Taburcu olan arkadaşlarını karşılamaya gittiler."
Tadı tuzu kalmamak: Eski zevk veren yanı kalmamak, yavanlaşmak, güzel ve çekici durumu ortadan kalkmak. "İşlerimizin artık tadı tuzu kalmadı."
Tadına bakmak: Küçük bir parçasını ağzına alarak lezzetini denemek, nasıl olduğunu yoklamak. "Yemeğin tadına baktın mı?"
Tadına varamamak: Bir şeydeki ince güzelliği duyamamak, hissedememek ya da kavrayamamak. "Şu dostluğumuzun tadına varamadım daha."
Tadında bırakmak: Ölçülü olup aşırılığa kaçmamak. "Yeter çocuklar! Tadında bırakın, havayı bozacaksınız yoksa."
Tadını almak: 1. Bir şeyin lezzetini almak. 2. Yaptığı işten zevk duymaya başlamak. "O işin tadını aldı bir kez, daha peşini bırakmaz."
Tadını çıkarmak: Bir şeyin sağladığı güzelliklerden ya da imkanlardan istediği gibi yararlanmak. "Şu tatilin tadını çıkarmaya çalışacağım."
Tadını kaçırmak: Zevkine varılmaya çalışılan bir şeyde aşırılığa kaçarak olumsuz bir durum oluşturmak, zevki bozmak.
Takke düştü kel göründü: Kusuru, kabahati örten şey ortadan kalkınca bütün çirkinlikler, hileler, ayıplar ortaya çıktı.
Tam adamını bulmak: 1. En uygun kişiyi seçmek. 2. En uygunsuz kişiyi seçmek. "Tam adamını bulmuşsunuz hani!"
Tam takır kuru bakır: İçinde hiçbir şey yok, bomboş. "Tam takır kuru bakır bir ev bırakıp gitmişler."
Tam üstüne basmak: İstenilen şeyi bulmak, fikir ve davranışlarında isabet kaydetmek, istenilen sözü söylemek.
Tan atmak / ağarmak / sökmek: Gün doğmaya başlamak, şafak sökmek. "Köyümüze vardığımızda tan atıyordu."
Tanrı misafiri: Eve kendiliğinden gelen konuk. "O bir Tanrı misafiridir. Nasıl kalk git diyebilirim."
Taraf tutmak: Bir yanı desteklemek, yan çıkmak. "Ben sana taraf tutup da onların düşmanlığını kazanma demedim mi?"
Taş attı da kolu mu yoruldu?: "Bu kazancı sağlamak için hiç yoruldu mu, emek verdi mi, para harcadı mı?" anlamında kullanılır.
Taş çatlasa: "Ne yapılsa, ne denli zorlansa, gerçekleşmesi imkânsız" anlamında kullanılır. "Taş çatlasa bu elbise otuz lira eder."
Taş kesilmek: Çok şaşırıp ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilemez olmak; sesini çıkaramamak, hareket edememek. "Çocuk sanki taş kesilmişti."
Taş üstünde taş bırakmamak (koymamak): Her şeyi yıkıp yerle bir etmek. "Belediye araçları gecekonduları yerle bir ettiler, taş üstünde taş koymadılar."
Taş yürekli: Hiç acıma hissi taşımayan, merhametsiz. "Taş yürekli herifler, çocukları hiç acımadan kurşuna dizdiler."
Taşa tutmak: Üst üste taş atmak, sürekli taşlamak. "Çocuklar aşağı yoldan geçen karşı köylüleri taşa tuttular."
Taşı sıksa suyunu çıkarmak: Bedence çok kuvvetli, dinç kimse. "Taşı sıksa suyunu çıkarır bir adamdı, hastalık onu ne hâle getirmiş!"
Tası tarağı toplamak: Gitmek üzere bütün eşyasını toplamak. "Tası tarağı toplamış arabanın gelmesini bekliyorduk."
Tatlı dil: Gönül alıcı, hoşa giden, kırmayan konuşma biçimi ya da söz. "Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır."
Tatlıya bağlamak: Bir anlaşmazlığı tarafları memnun edecek biçimde bir çözüme ulaştırmak. "Nihayet işi tatlıya bağladık."
Tava gelmek: 1. Yumuşamak, kanmak. 2. Süzülecek duruma gelmek. "Söylediğim sözlerle tava geldi; tamam, yapalım dedi."
Tavır almak (takınmak): Belli bir durum ve davranış almak. "Ağabeyim bana niçin karşı tavır aldı bilmiyorum"
Tavşana kaç tazıya tut: Birbirine karşı olan tarafları çatışma için kışkırtma, davranışlarında yüreklendirme.
Tebelleş olmak: Kancayı takmak, musallat olmak, istediğini yaptırıncaya kadar yakasını bırakmamak. "Başıma iyice tebelleş oldu, nereye gitsem oraya geliyor."
Tefe koymak: Biriyle ilgili olarak alaylı dedikodu yapmak. "Bunlar adamı tefe koyarlar, sakın ağzından bir şey kaçırma."
Tekerine çomak sokmak: Birinin yolunda giden işini engellemek, aksatmak gibi davranışlarda bulunmak."Adamın tekerine çomak soktular, düzenini altüst ettiler."
Tekin değil: 1. İçinde cinlerin olduğu kabul edilen bina ya da yer. 2. Kendisinde bazı gizli güçlerin olduğu sanılan, tehlikeli kabul edilen kimse. "O eski ev tekin değil diyorlar."
Telleyif pullanmak: Kimi bezeme teli ve süslerle iyice süslemek. "Gelini bir güzel telleyip pulladılar."
Temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp koymak: Bir meseleyi sürekli anlatmak, yeni bir şeymiş gibi birçok defa söz konusu etmek.
Temel atmak: 1. Bir yapının temellerini yapmaya başlamak. 2. Bir işe başlamak, ilk davranışta bulunmak, girişmek. "Evin temelini yarın atacağız inşallah."
Temel taşı: 1. Bir yapının temeline konan taş. 2. Bir şeye temel olan öğe, kişi, bir şeyin aslî unsuru, en güçlü dayanağı. "Bu şiir, onun şiir anlayışının temel taşıdır."
Temize çekmek: Karalama halindeki bir yazıyı yeniden, silintisiz ve kazıntısız bir şekilde kâğıda yazmak. "Ödevlerinizi temize çekin."
Tencere dibin kara seninki benden kara: "Kötülükte, kusur yönünde sen benden daha betersin" anlamında kullanılır.
Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş: İki değersiz kişi bir araya gelmiş, birleşmiş, yakışmışlar birbirlerine.
Tepe tepe kullanmak: Yıpranacağını, eskiyeceğini düşünmeden, sakınmadan istediği gibi kullanmak. "Bu kadar istiyorsan al senin olsun, tepe tepe kullan!"
Tepeden bakmak: Küçümsemek, kendini üstün görmek. "İnsanlara tepeden bakmayı bırak artık, aciz bir varlık olduğunu düşün."
Tepeden inme: 1. Beklenmedik, şaşırtıcı, ansızın gelen. 2. Yüksek bir makamdan çıkan buyruk, emir. "Tepeden inmeyle bir sürü ehliyetsiz adam geçti işin başına."
Tepeden tırnağa (kadar): Her yanı, baştan aşağı, bütün vücudu. "Tepeden tırnağa gözden geçirdi ihtiyarı."
Tepesinden (başından) kaynar su dökülmek: Hiç ummadığı bir durumla karşılaşıp derin bir üzüntüye kapılmak, sıkıntı içinde kalmak. "Hayır cevabını alınca tepesinden kaynar su döküldü."
Tepesine binmek: 1. Şımarıklığı sebebiyle her istediğini yapmak, yaptırmak. 2. Kendinden güçsüzleri ezmek, onlara kötü davranmak. "Düşmanların tepesine binmek boynumuza borç oldu."
Ter dökmek: 1. Bir işi yapmak için çok zahmet, zorluk çekmek. 2. Çok terlemek. "Bu işi başarmak için az ter dökmedi."
Terbiyesini vermek: Yaptığı kırıcı hareketler, kullandığı kötü sözler için kendisini sertçe uyarmak, azarlamak, gerekirse dövmek.
Tere yağından kıl çeker gibi: Hiç kimseye zarar vermeden, çok kolaylıkla kimseye hissettirmeden, kimi sorumluluklardan kurtularak. "Merak etme sen, tereyağından kıl çeker gibi halledecektir işi."
Ters tarafından kalkmak: Aksi, huysuz ve ters olmak. "Ters tarafından kalktın galiba, ne dersem tersini yapıyorsun."
Ters yüz etmek: İçini dışına, altını üstüne getirmek ya da çevirmek. "Gömleğin yakasını ters yüzü edip diktim."
Teselli etmek: Avundurmak, acısını gidermeye, onu rahatlatmaya çalışmak. "Arkadaşını en iyi şekilde teselli ettiğine eminim."
Teslim bayrağı çekmek: 1. Yenilgiyi kabullenmek, teslim olmak. 2. Bir çekişme sonunda karşısındakinin istediğini yapmaya razı olmak. "Yakında teslim bayrağını çekerler, endişeye kapılmayın."
Teslim olmak: 1. Kendinden üstün bir güç karşısında yenilgiyi kabul etmek, mücadeleden vazgeçmek. 2. Kendini teslim etmek, birtakım ellere bırakmak. "Teslim olursan kılına dokunulmayacaktır!"
Tetikte olmak: Her an uyanık ve hazır bulunmak. "Ben size tetikte olun, gözünüzü dört açın demedim mi?"
Tıka basa doldurmak: Doldururken çok bastırıp sıkıştırmak, hiç boş yer bırakmamak. "Çuvalı tıka basa doldurun, ne alırsa kârdır."
Tıka basa yemek: Haddinden fazla yemek, çok yemek, mideyi rahatsız edecek kadar çok yemek. "Doymaz çocuk, tıka basa doldurdu karnını."
Tıraş etmek: 1. (Saç, sakal) benzeri tıraş işini yapmak. 2. Bıkkınlık verecek kadar uzun ve gereksiz konuşmak. "Yeni berber iyi tıraş yapamıyor."
Tırpan atmak: 1. İstemediği kişilerin bir yerdeki görevlerine son vermek. 2. Kırıp geçirmek, topluca öldürmek, kıyıma uğratmak. "Genel müdür olunca, ilk işi yardımcılarına tırpan atmak oldu."
Tok evin aç kedisi: Varlıklı olduğu hâlde doymayan, ihtiyacı olmadığı hâlde aç gözlülük eden, her gördüğüne sahip olmak isteyen (kimse). "Bu çocuk da tok evin aç kedisi."
Tok sözlü: Sözünü esirgemeden, çekinmeden, hatır gönül dinlemeden söyleyen. "Rahmetli tok sözlü bir insandı."
Topa tutmak: 1. Bir yeri top ateşi altında bulundurmak. 2. Bir kimseye kırıcı, ağır sözler söylemek.
Toprağı bol olsun: Müslüman olmayan ölülerin anılması sırasında kullanılır, Müslüman ölüler için "Allah rahmet eylesin" denir.
Toz kondurmamak: Bir şeyi kusursuz göstermek, onda bir kusurun olabileceğini kabul etmemek. "Kızına da hiç toz kondurmuyor."
Toz pembe görmek: Aşırı iyimser olmak; hemen her aksaklığı, üzücü durumları iyimserlikle karşılamak. "Hayatı hep toz pembe görmüştür."
Tozu dumana katmak: 1. Ortalığı altüst etmek, karışıklığa yol açmak, gürültü patırtı çıkarmak. 2. Çok fazla toz kaldırarak koşmak veya kaçmak. "Başıboş sığırlar tozu dumana katarak yokuştan aşağı iniyorlardı."
Tükürdüğünü yalamak: Verdiği sözden geri dönerek benliğini küçültmek. "Ben tükürdüğünü yalayan bir insan değilim, gideceğim oraya!"
Türküsünü çağırmak: Birinin hoşuna gidecek davranış ortaya koymak, söz söylemek, onun tarafını tutmak. "Ömrümce onun bunun türküsünü çağırıp durdum, yeter artık!"
Turşu gibi olmak: Çok yorgun, bitkin düşmek. "Üç gündür çalışıyoruz, turşu gibi oldum, hiç hâlim kalmadı."
Turşusu çıkmak: 1. Çok yorulmak. 2. İyice ezilmek, parçalanmak. "Armutların turşusu çıkmış, yenecek hâlleri kalmamış."
Turşusunu kurmak: Bir şeyi kullanmak, harcamak gerekirken kıyamamak durumunda söylenir. "Kullanmadığı sandalyeyi vermiyor, turşusunu kuracak sanki."
Tuttuğu dal elinde kalmak: Dayandığı, güvendiği şey önemini kaybederek işe yaramaz hâle gelmek, fayda temin edemez olmak.
Tuttuğunu koparmak: Her girişiminden başarıyla çıkmak, her işi becermek. "O tuttuğunu koparır bir delikanlıdır, güvenin ona."
Tutunacak dalı olmamak: Güveneceği, dayanacağı kimse bulunmamak. "Küçüktüm, tutunacak dalım yoktu, tek başımaydım."
Tüyleri diken diken olmak: Korku, heyecan, endişe veya üşümekten vücuttaki tüyler, kıllar kabarmak, dikilmek. "Hava buz gibiydi, tüylerim diken diken olmuştu."
Tüyü düzmek: Önceleri kötü olan kılık kıyafetini düzeltmek, iyi yaşama kavuşmuş gibi güzel giyinir olmak.
Tuz (la) buz olmak: Kırılıp parçalanmak, çok küçük parçalara ayrılmak, paramparça olmak. "Masadan düşen vazo tuzla buz oldu."
Tuz biber ekmek: 1. Bir yemeğe tuz ya da biber dökmek. 2. Bir üzüntünün acısını, bir kusurun ağırlığını daha da artırmak. "İyi yaptın sanki, o günleri hatırlatarak tuz biber ektin kadının yüreğine."
Tuzlayayım da kokma: Bilip bilmeden konuşanlar, yüksekten atanlar, düşüncesinde aldananlar için küçümseme sözü olarak kullanılır.
Tuzluya mal olmak: Oldukça çok para harcanarak sağlanmış olmak. "Arabayı tamir ettirdik ama tuzluya mal oldu."
Tuzu kuru: Hiçbir derdi, sıkıntısı olmayan; kazancı yerinde olduğu için kaygılanmayan. "Sana göre hava hoş, gülersin, oynarsın, tuzun kuru nasıl olsa."
Ü
U
Uç vermek:
1. Baş vermek (çıban). 2. Bitmek, sürmek (bitki). 3. Gelişme, büyüme başlangıcı göstermek. 4. Bilinmeyeni açıklığa kavuşturucu belirtiler ortaya çıkmak.
Uçan kuştan medet ummak:
Pek sıkıntıda bulunup, bu sıkıntıdan kurtulmak için her türlü çareye, olmadık yerlere başvurmak, yardım istemek.
Ü
Üçe beşe bakmamak:
Alışverişte fiyat konusunda küçük farkları önemsememek, almak ya da satmak konusunda cimri davranmamak.
U
Ulu orta söz söylemek:
Bir şeyin aslını bilmeden, düşünüp tartmadan, çekinmeden, açıktan açığa konuşmak.
Uma uma döndük muma:
Umut edilen, beklenilen şeyler gerçekleşmeyince hayal kırıklığına uğrayan, kötü durumlara düşen, zayıflayıp gücünü yitiren insanlar için söylenir.
Ü
U
Ü
U
Ununu elemiş, eleğini asmış:
Hayatta yapmak istediklerini yapmış, geri kalan ömrü süresince artık yapacak önemli bir işi kalmamış kimseler için söylenir.
Ü
Üstünden atmak:
Başından savmak, bir şeyi ödev olarak kabul etmemek, başkasını ilgilendirdiğini belirtmek.
Üstüne (üzerine) düşmek:
1. Bir şeyi elde etmek için çok uğraşmak. 2. (Çocuğu) sevme ya da korumada çok ileri gitmek.
Üstüne almak:
1. Alınmak, bir hareketin kendisine karşı yapıldığını sanarak kaygılanmak. 2. Bir görevi üstlendiğini kabul etmek.
Üstüne bir bardak (soğuk) su içmek:
O işten umudunu kesmek, o işin olacağına inanmamak, parasını ya da malını almaktan vazgeçmek.
Üstüne geçirmek:
1. Bir malın tapusunu kendi üzerine yazdırmak ya da çıkartmak. 2. Bir çocuğu evlât edinmek, kendi nüfusunu kaydettirmek.
Üstüne üstüne gitmek:
1. Bir konuda bir kimseye sürekli baskı yapmak. 2. Güç bir şeyden yılmayıp, sonucu tehlikeli de olsa, çekinmeden o şeyle uğraşmak.
Üstüne yıkmak:
1. Kendi işlediği bir suçu başkasına yüklemek. 2. Kendisinin de sorumlu olduğu bir işin ağırlığını başkasına yüklemek.
U
Ü
U
Uyku tulumu:
1. Uykuyu çok seven kimse, çok uyuyan. 2. İçine girilerek yatılan tulum biçimindeki yatak.
Uykusu kaçmak:
1. Uyuması gerekirken herhangi bir sebepten ötürü uyuyamamak. 2. Bir sorun yüzünden kaygılanmak, endişe duymak.
Ü
U
Uzun hikâye:
Pek çok ayrıntıları bulanan, anlatması uzun sürecek, anlatılmadan da anlaşılamayacak olan olay ya da konu.
V
Vadesi gelmek (yetmek):
1. Ömrü sona ermek, eceli gelmek, ölmek. 2. Süresi dolmak, ödeme zamanı gelmek.
Vakit kazanmak:
1. Karşı tarafı oyalayarak zamanı uzatmak. 2. Bir şeye ayrılan ya da harcanan zamanı uzatmak.
Vaktini öldürmek:
Zamanını yararsız, gereksiz, boş işlerle ya da hiç iş yapmadan, boş yere geçirmek.
Varlık göstermek:
Beğenilir bir iş yapmak; kendini kanıtlayacak, göze görünür bir görevini yerine getirmek; kendini göstermek.
Vıdı vıdı etmek:
Söylenip durmak, hemen her şeyi eleştirip beğenmediğini söyleyerek durmadan konuşmak, etrafındakileri rahatsız etmek.
Vur abalıya:
Bütün yükün yumuşak huylu kişiye yüklenmesi; sessiz, güçsüz kimsenin hırpalanması, hakkının çiğnenmesi durumunda karşıdaki kişiye sitem yollu söylenir.
Vur dedikse öldür demedik ya!:
Bir isteği, dileği yerine getirirken aşırılığa kaçıp da işi berbat edene karış söylenir.
Vur patlasın çal oynasın:
Aşırı zevk ve eğlence; aşırı zevk ve eğlenceye düşkün kimsenin parasını bu yolda harcamasını anlatır.
Y
Ya bu deveyi gütmeli, ya bu diyardan gitmeli: "Bu işi mutlaka yapmalısın, başka yolu yok, aksi taktirde burada kalamazsın." anlamında kullanılır.
Ya devlet başa, ya kuzgun leşe: "Giriştiğim iş beni ya büyük bir varlığa ve mevkiye ulaştıracak ya da mahvedecek, batıracak" anlamında söylenir.
Ya herrü (herro) ya merrü (merro): "Tehlikeyi göze aldık, giriştiğimiz işte ya batar ya da çıkarız" anlamında kullanılır.
Ya sabır çekmek: Kötülüklere, sıkıntılara, üzücü olaylara karşı tepki göstermemeye çalışıp, Cenab-ı Allah'tan kendisine sabır vermesini istemek.
Yabana atmak: Önem vermemek, önemsiz görüp dikkate almamak, üzerinde durmamak."Babanın sözlerini sakın yabana atayım deme."
Yabancılık çekmek: Bir iş ya da çevrede yabancı olmaktan dolayı ortaya çıkan zorlukların etkisinde kalmak."Ona hiç yabancılık çektirmedi."
Yad eller: 1. Baba ocağından uzak yerler, gurbet. 2. Yabancı kimseler, yabancılar. "Yiğidim yad ellerde kalmasın, dönsün geri Rabbim."
Yağ tulumu: Çok şişman, çok yağlı. "Birkaç ay sonra yağ tulumu olacak, şuna birisi söylese de çok yemese."
Yağcılık etmek: Dalkavukluk etmek, övmek, pohpohlamak. "Öğrenci öğretmenine yağ çekiyor, gözünün içine bakıyor, bu şekilde iyi not alacağını sanıyordu."
Yağlı ballı olmak: Araları çok iyi, içli dışlı, samimi olmak. "Öyle yağlı ballı olmuşlardı ki birbirlerine her şeylerini anlatıyorlardı."
Yağlı kapı: Çalıştırdığı kimselere bol kazanç sağlayan kimse, kuruluş, aile ya da yer. "Herkese nasip olmaz öyle yağlı kapı."
Yağlı kuyruk: Kolayca ve bolca yararlanılabilecek kaynak; basitçe sömürülebilecek iş veya kimse. "Bulmuşsun bir yağlı kuyruk, çek babam çek!"
Yağlı müşteri: Bol paralı, çok alışveriş yapan zengin alıcı. "İki üç yağlı müşterimiz de olmasa kapamak zorunda kalacağız bu dükkânı."
Yağma gitmek: Bir şey çok alıcı bulup çok satılmak, kolay müşteri bulmak. "Kapanın elinde kalıyor, yağma gidiyor, koş koş, sen de yetiş!.."
Yağma Hasan`ın böreği: Hakkı olanın da olmayanın da kolayca yararlandığı, kimsenin korumadığı, her yanından sömürülen kaynak.
Yağma yok: "Öyle şey olmaz, buna izin vermezler, kolay kolay elde edemezsin" anlamında bir tutumun ya da davranışın yanlışlığı ifade etmek için kullanılır.
Yağmur yağarken küpünü doldurmak: Kazanma fırsatı varken ondan yararlanıp para veya mal edinmek. "Bana bak aslanım, daha ne istiyorsun, yağmur yağarken küpünü doldur yoksa pişman olursun."
Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak: Bir tehlikeden, güç bir durumdan kaçarken daha kötüsüyle karşılaşmak.
Yahudi pazarlığı: Tarafların çıkarlarını düşünerek çekişe çekişe yaptıkları pazarlık. "Benimle Yahudi pazarlığı yapmaya kalkma lütfen."
Yaka paça: Hiçbir itiraz dinlemeden, zorla, kuvvet kullanarak (götürmek). "Polisler adamı yaka paça götürdüler."
Yaka silkmek: Bıkıp usanmak; bir iş, durum, yer ya da kimsenin olumsuz yanlarından tedirginlik duyduğunu belirtmek. "Doğrusu yaka silkinecek bir iş seninki de."
Yakasına sarılmak: İstediği şeyi almak ya da dövmek için tutup bırakmamak, zorlamak. "Çocuk annesinin yakasına sarılmış balon diye ağlıyordu."
Yakasına yapışmak: Hesap sormak ya da bir şey istemek için tutup bırakmamak. "Beni de götüreceksin diye yakama yapıştı, ben de getirmek zorunda kaldım."
Yakasını bırakmamak: Bezdirecek kadar üstüne düşmek, ısrar etmek, yanından ayrılmamak. "Ne olursa olsun yakasını bırakmayıp paramı alacağım ondan."
Yakayı ele vermek: Yakalanmak, kaçamayarak ele geçmek. "Mahallenin hırsızı sonunda yakayı ele verdi."
Yakayı kurtarmak: Umulmazken bir işten ya da kimseden kurtulmak, kaçmak. "Bu pis işten yakayı nasıl kurtardık hâlâ anlayabilmiş değilim."
Yakınlık duymak: Birine karşı sevgi ve ilgi duymak, yabancılık hissetmemek. "Hayatta yakınlık duyduğum tek insandı."
Yakışık almamak: Yerinde olmamak, uygun düşmemek, yaraşmamak. "Çocuğu herkesin içinde azarlaman hiç de yakışık almadı."
Yalan dolan: Hile, düzen, dalavere, yolsuz davranış. "Yalan dolanla iş görmeye kalkanların başına işte bunlar gelir."
Yalancı pehlivan: Yapamayacağı bir işi yapabilecekmiş gibi görünen kimse, palavracı. "Yalancı pehlivanın biridir o, ona güvenmeyin."
Yalancısı olmak: Doğruluğu bilinmeyen, inanılmayacak sözleri bir başkasından işiterek söylemiş olmak. "Ben şefin yalancısıyım, müdür ihalelerde insiyatifini kullanıyor ve rüşvet yiyormuş."
Yalayıp yutmak: 1. İştahla, hiçbir şey bırakmadan yiyip bitirmek. 2. Kötü bir söz ya da davranış karşısında sessiz kalıp, kabullenmek. "Sofradaki bütün yemekleri yalayıp yuttu."
Yalpa vurmak: İki yana, sağa sola; bir o yana, bir bu yana sallanarak yürümek. "Nedendir bilmem, yalpa vurarak yürüyordu."
Yan bakmak: Beğenmeyerek, kötü niyetle, düşmanca bakmak. "Bu adamın her gün yan bakması artık canıma yetti!"
Yan basmak: 1. Aldanmak. 2. Kaypaklık edip dürüst davranmamak. "Sana tanınan bu fırsatı iyi değerlendir, sakın yan basayım deme."
Yan çizmek: Kendisine yüklenen bir görevden kaçmak. "Üç kişi yan çizdi, demek ki ikimiz taşıyacağız bu bidonları."
Yan gelip yatmak: Yapacak işleri olduğu hâlde yapmamak, rahatına bakmak, keyfince yaşamak. "Hiç çalışmıyor, yan gelip yatıyor akşama kadar."
Yan gözle bakmak: 1. Kötü niyetle, düşmanca bakmak. 2. Göz ucuyla bakmak. "Tezgâhtaki mallara yan gözle bakıp geçti."
Yan tutmak: Taraflardan birini desteklemek, onun söz ve davranışlarını benimsemek, yansız olmamak. "Yan tutmayıp tarafsız kalırsan senin için daha iyi olur."
Yandan çarklı: 1. Şekeri yanına konmuş olan kahve veya çay. "Usta, iki yandan çarklı yap!" 2. Bir omuzu düşük olarak yürüyen. 3. Çarkı yanda olan gemi.
Yangına körükle gitmek: Anlaşmazlığı, gerginliği, kargaşalığı artırıcı, her iki tarafı kışkırtıcı söz ve davranışlarda bulunmak. "Sen karışma, çekil aralarından, yangına körükle mi gitmek istiyorsun?"
Yanına (kâr) kalmak: Kendisinden öç alınmamak, yaptığı kötülük sert karşılık görmemek, cezasız kalmak. "Adamın yaptığı yanına kâr kaldı, nasıl adalet bu?"
Yanına bırakmamak: Kendisine yapılan kötülüklerin öcünü almak, cezasını sert karşılıklarla vermek. "Bunu, onun yanına bırakmayacağım."
Yanından bile geçmemiş: Hiç ilgisi yok, en ufak benzerliği bile yok. "Sen kardeşini bir görsen, bu onun yanından bile geçmemiş."
Yanıp tutuşmak: 1. Elde etmek için güçlü bir istek duymak, elde edemediği için de büyük üzüntü içinde olmak. 2. Kuvvetli bir aşkla sevmek. "Bakan olmak isteğiyle yanıp tutuşuyordu."
Yanıp yakılmak: Sızlanıp şikâyet etmek, derdini döküp durmak. "Çoluk çocuk açtı, kimse yardım elini de uzatmıyordu, birine de yanıp yakılmayı bir türlü kendine yediremiyordu."
Yanlış ata oynamak: Kazanmak için giriştiği işte tuttuğu yol, dayandığı kimse dayanıksız ve çürük çıkmak, dolayısıyla aldanmış olmak.
Yara açmak: 1. Bir şeyin yüzünde, özellikle de vücudun bir yerinde yara oluşmasına sebep olmak. 2. Büyük dert, acı, üzüntü vermek. "Onun sözleri içimde bir yara açtı."
Yardan atmak: Bir kimseyi aldatarak kazaya uğratmak, tehlikeli bir durumun içine itmek, türlü belâlara sokmak. "İnsan dostunu yardan atar mıymış?"
Yarı yolda bırakmak: Verilen desteği, yapılan yardımı sonuna kadar götürmemek. "Sana nasıl güvenebilirim, beni kaç kez yarı yolda bıraktın."
Yarım ağızlı (söylemek): İsteksizce, istemeye istemeye, gönülsüzce (söylemek). "Demek sizi de yarım ağızla davet ettiler."
Yaş tahtaya (yere) basmamak: Kolay kolay tuzağa düşmemek, uyanık davranmak. "O, benim yaş tahtaya basmayacağımı iyi bilir."
Yaşını başını almış (olmak): Yaşı epeyce ilerlemiş olmak, yaşlanmış veya olgunlaşmış olmak. "Yaşını başını almış bir adamdır, çekinmeyin, gidin, size olgun davranacaktır."
Yaşını içine akıtmak: Hissettiği acıyı, ızdırabı, üzüntüyü belli etmemek; ağlamak isteğini bastırmak.
Yatağa düşmek: Hastalık yüzünden yatmak zorunda kalmak, ayağa kalkamayacak durumda olmak. "Sizin yüzünüzden yatağa düştü çocukcağız."
Yatırım yapmak: Gelir amacıyla bir işe para yatırmak veya aynı amaçla önceden ortam hazırlamaya çalışmak. "Biz o arsayı yatırım yapmak için aldık."
Yaya kalmak: 1. Taşıt ya da hayvana binmeden yürümek zorunda kalmak. 2. Yardımcısız kalmak, güvendiği yer ve kişileri kaybetmek, istediği şeyi yapamaz olmak. "İşte şimdi yaya kaldın, ne yapacaksın görelim?"
Yaygarayı basmak: Bağırıp çağırmak, önemli bir nedeni olmadığı hâlde feryat etmek. "Elinden şekeri alınınca yaygarayı bastı."
Yaz boz tahtasına çevirmek: Bir konuda birbirine uymayan kararlar almak, kararsızlık yüzünden bir konuda sık sık fikir değiştirmek.
Ye kürküm ye: Saygının kişiliğe karşı değil, zenginliğe, varlığa, giyim ve kuşama karşı gösterildiğini anlatmak için kullanılır.
Yedi canlı: Pek çok ölüm tehlikesi geçirip sağ kurtulan insan ya da hayvan. "Yedi canlı mısın nesin, nasıl kurtuldun o kazadan?"
Yedi düvel: Bütün devletler, herkes, bütün dünya. "İstiklâl Savaşı`nı yedi düvele karşı verdik biz."
Yedi kat yabancı: El, ne akraba, ne tanıdık, hiçbir yakınlığı yok. "Yedi kat yabancıyla iş yapmam diyor."
Yediden yetmişe: En büyüğünden en küçüğüne, eli ayağı tutan herkes. "Halk yediden yetmişe silâhlanmış düşmanı bekliyordu."
Yeğ tutmak: Bir şeyi bir şeyden daha önemli görüp tercih etmek. "Kim ki öbür dünyayı bu dünyaya yeğ tutar, o kazanmıştır."
Yelkenleri suya indirmek: Israrından, iddiasından, direnmekten vazgeçip karşısındakinin dediğini kabul etmek; yüksekten atıp tutmayı bırakarak yumuşamak. "Yelkenleri nasıl da suya indi dediğini yaptıramayınca."
Yeme de yanında yat: İstek uyandıran, görünüşü çok çekici olan, çok lezzetli yemekler için kullanılır.
Yemeden içmeden kesilmek: Bir üzüntü, korku ya da heyecan sebebiyle yiyemez duruma gelmek, iştahı kapanmak. "Yemeden içmeden kesildi, âşık mıdır nedir?"
Yemin etsem başım ağrımaz: "Gerçek olduğundan eminim, bu konuda yemin de edebilirim" anlamında kullanılır.
Yenilir yutulur gibi değil: 1. Yenmeyecek nitelikte (yiyecekler için). 2. Aşırı, çok pahalı. 3. Çok ağır, kabul edilmez (söz). 4. Kendisiyle başa çıkılamayacak durumda olan. "Doğrusu yenilir yutulur gibi değildi o sözler."
Yer almak: 1. Bir şey yapanların arasında bulunmak. 2. Adına ayrılan yerde bulunmak "Şiir komisyonunda sen de yer aldın mı?"
Yer demir gök bakır: "Hiçbir yerden yardım alma umudu kalmadı, bütün kapılar kapalı, yardım imkânları ortadan kalktı, kime baş vurdumsa elim boş döndüm" anlamında çaresizliği anlatmak için kullanılır.
Yer vermek: 1. Önemini belirtmek. 2. Kendi yerini bir başkasına vermek. 3. İmkân tanımak. "Bu fikre de yer vermeliyiz."
Yer yarılıp içine girmek: 1. Çok utanmak. 2. Yitirilen şey bir türlü bulunamamak. "Yer yarılıp içine girdi sanki, önceki gün şurada duruyordu."
Yer yerinden oynamak: Bir olay toplumda telâş, heyecan, gürültü, patırtı, kargaşa oluşturmak."Bu kaleyi de zaptedersek yer yerinden oynayacak, bizi kimse tutamayacak artık."
Yerden yere çalmak: Çok hırpalamak, acınacak duruma düşürmek, zor durumlarda bırakmak. "Bütün milletin içinde yerden yere çaldı delikanlıyı."
Yere bakan yürek yakan: Uslu, uysal, sessiz görünüp gizliden gizliye ve sinsice dolap çeviren, kötülük yapan kimse. "Desene yere bakan yürek yakan cinstenmiş o da."
Yere göğe koyamamak: Çok önem vermek, nasıl ağırlayacağını ve memnun edip mutlu kılacağını bilememek.
Yeri yurdu belirsiz: Serseri; ne iş yaptığı, nerde kaldığı, nereli olduğu bilinmeyen. "Yeri yurdu belirsiz bu adama yüz verme demedim mi?"
Yerin dibine geçmek: 1. Çok utanmak, sıkılmak. 2. Kaybolmak, göze görünmez olmak. "Şuradaydı ama bulamıyorum, yerin dibine geçti sanki!"
Yerinde duramamak: Sürekli hareket etmek, kıpırdanmak, sabırsızlanmak, içi içine sığmamak, eyleme geçmek için telâş içinde dolaşmak. "Gelecekleri haberini alınca ne yapacağını şaşırdı; yerinde duramıyor, sağa sola koşturup duruyordu."
Yerinde saymak: 1. Yürür gibi yaparak hep aynı yerde ayaklarının birini kaldırıp birini basmak. 2. Hiç gelişme, ilerleme gösterememek. "Okullar neredeyse kapanacak ama bizim çocuk hâlâ yerinde sayıyor, okumayı bir türlü sökemedi."
Yerinde yeller esmek: Yok olmak, artık bulunmamak. "Gittiğimde ayakkabıların yerinde yeller esiyordu."
Yerinden oynamak: 1. Bulunduğu bir yerden ayrılmak. 2. Hareketli, heyecanlı, gürültülü, karışık bir zaman yaşamak. "O büyük kahramanın dönüş haberi gelir gelmez şehir yerinden oynamıştı sanki!"
Yerinden oynatmak: Yerini değiştirip başka bir yere kaldırmak. "Sakın bu vazoyu yerinden oynatmayın."
Yerine geçmek: 1. Görevden ayrılan birinin yerine geçmek. 2. Bulunmayan bir nesnenin yerine kullanılabilmek. "Emekli olan müdürün yerine geçmek için iki müdür yardımcısı yarışa tutuştular."
Yerini bulmak: 1. Aradığı bir yeri bulmak. 2. Yerine gelmek. 3. Kendine uygun durumu, mevkiyi bulmak. "Yerini bulursam kızımı vermekte gecikmeyeceğim."
Yerini doldurmak: 1. Daha önce görevinden ayrılan, yerine geçtiği biri kadar başarılı olmak. 2. Yerinin adamı, görevinin üstesinden gelir olmak. "Bakalım yerini doldurabilecek mi?"
Yerle bir etmek: Bir yeri yakıp yıkmak, tahrip etmek, temeline kadar söküp dağıtmak, taş taş üstüne bırakmamak. "Koca kenti bir saat bombalayıp yerle bir ettiler."
Yerli yersiz: Uygun olsun olmasın, uygun zamanı kollamadan. "Yerli yersiz konuşup duruyor geveze adam."
Yeşil ışık yakmak: Bir şeyin olmasına izin vermek, göz yummak. "Onların bize yeşil ışık yakacaklarını hiç sanmıyorum."
Yiğitlik sende kalsın: "Karşısındaki anlamasa da hoşgörü göster, özveride bulun, ılımlı davran, böylelikle soylu davranışını göstermiş olursun" anlamında bir anlaşmazlığa son vermek için taraflardan birine söylenir.
Yiyip bitirmek: 1. Parayı tüketinceye dek harcamak. 2. Yemeği sonu gelinceye kadar yemek. 3. Birini üzmek, tedirgin etmek, devamlı hırpalamak. "Senin bu hareketlerin beni yiyip bitirdi!"
Yılan hikâyesi: Bir türlü sonuca bağlanamayan, çözümlenemeyen, uzayıp giden (mesele ya da iş). "Yılan hikâyesine döndü iş, ne yapacağız şimdi?"
Yılanın kuyruğuna basmak: Zararı dokunacak, kötülük yapacak bir kimseye ilişmek ya da sataşmak yoluyla fırsat vermek.
Yıldırımla vurulmuşa dönmek: Ansızın ortaya çıkan kötü bir durum karşısında sarsılmak, ne yapacağını bilemez olmak, bitkin ve şaşkın bir duruma düşmek. "İflas haberini duyunca yıldırımla vurulmuşa döndü, oraya yığılıp kaldı."
Yıldırımları (veya şimşekleri) üstüne çekmek: Kimi davranışlarıyla pek çok kimseyi kızdırarak eleştirilere, saldırılara yol açmak. "Bu hareketlerinle şimşekleri üzerine çekiyor, hepimizi tehlikeye atıyorsun."
Yıldızı barışmamak: Aralarında görüş, düşünce ve duygu ayrılıkları bulunup birbirlerinden hoşlanmamak, birbirleriyle iyi geçinmemek, anlaşıp uyuşamamak. "Şu adamla yıldızım bir türlü barışmadı gitti."
Yıldızı parlamak: Çok başarılı olup herkesin dikkatini çekecek duruma gelmek, ün kazanmak. "Yıldızı parladığı bir sırada hayata veda etti."
Yıldızı sönmek: Ününü ve itibarını kaybetmek. "Yıldızının bu kadar çabuk söneceği kimin aklına gelirdi ki!"
Yok canım!: 1. Gerçek mi, öyle mi? 2. Hayır inanmam, doğru değil bu! "Yok canım, değil ona gitmek, hiç görmedim bile."
Yok devenin başı!: "Daha neler, çok abartıyorsun, bu sözlere inanmam" anlamında, söylenenlere inanılmayacağını anlatmak için kullanılır.
Yok pahasına: Son derece ucuz, değerinin altında bir fiyata, ölü fiyatına. "Yok pahasına sattılar evi, yazık oldu."
Yol almak: 1. Çıkılan yolda ilerlemek."Bir saatte epey yol alırız." 2. Mesleğinde ilerlemek. "Kaynakçılığa başlayalı çok olmadı ama oldukça yol aldı."
Yol aramak: Bir meseleye çare bulmaya çalışmak, imkân aramak. "Bu çıkmazdan kurtulmak için bir yol arıyoruz fakat bulamıyoruz."
Yol geçen hanı: Hemen herkesin girip çıktığı, uğradığı yer. "Sanki bu ev yol geçen hanı, hiç mi rahat etmeyeceğiz kendi evimizde!"
Yol göstermek: 1. Rehberlik etmek, yolu bilmeyene tarif etmek, nasıl gidileceğini anlatmak. 2. Nasıl davranılacağını, ne yapılacağını öğretmek. "Benim elimden bir şey gelmez, patrona git, o bir yol gösterir sana."
Yol iz bilmemek: 1. Bulunduğu yerde yabancı olup gideceği yolu ve yeri bilmemek. 2. Görgüsüz davranmak.
Yol kesmek: 1. Birinin geçmesine engel olmak. 2. Issız yerlerde, yollarda soygunculuk yapmak. "Düğün alayının yolunu kesmiş eşkıyalar."
Yol tutmak: Yaşayışını inandığı, doğru bildiği bir düzende sürdürmek. "Sen de kendine özgü bir yol tuttun demek!"
Yol yordam: Bir şey, davranış ya da yapışın usul ve kuralları. "Madem yol yordam bilmezsin neden kalkışırsın böyle bir işe."
Yola çıkmak: 1. Bir yere gitmek üzere bulunduğu yerden ayrılmak. "Sabah erkenden yola çıkacaklarmış."
Yola düşmek: Bir zorunluluk sebebiyle yola çıkmak, yol almaya başlamak. "Çabuk olun, onlar yola düşmüşlerdir bile."
Yola gelmek: Ters tutumunu düzeltmek, uslanmak, istenilen biçimdeki davranışı kabul etmek. "Kaygılanma, eninde sonunda yola gelecektir."
Yoldan çıkmak: 1. Bir taşıt bir sebeple yolundan ayrılmak, gitmez olmak. 2. Kötü yola sapmak, doğru yoldan ayrılmak, azgınlığa düşmek. "Komşunun çocuğu iyice yoldan çıkmış, ne yaptığını bilmiyor."
Yoldan kalmak: Gitmek istediği yere gidememek, alıkonmak, bir engel dolayısıyla gecikmek. "Çekilin önümüzden, bizi biraz daha oyalarsanız yoldan kalacağız."
Yolu (ayağı) düşmek: Yolu üzerinde bulunan o yerden geçmesi gerekmek; o yer, yolu üzerinde bulunmak. "Sizin köye de yolum düştü, babanı gördüm, sana selâm söyledi."
Yolu tutmak: Bir yoldan kimseyi geçirmeyecek biçimde düzen kurmak. "Askerler tam teçhizatlı yolu tutmuşlar, bekliyorlardı."
Yoluna çıkmak: 1. Karşılamaya gitmek. 2. Yolda karşısına çıkmak. "Bütün kasaba halkı yeni gelen kaymakamın yoluna çıkmıştı."
Yoluna koymak: Bir işi olumlu bir duruma sokmak, istenilen şekle getirmek. "İşlerini kısa zamanda yoluna koymayı başardı."
Yolunu bulmak: 1. Kanunî olmayan yollardan kazanç sağlamak. 2. Çözüme ulaşmak, gereken çareyi bulmak. "Onu razı etmenin yolunu buldum, çabuk benimle gel."
Yolunu kaybetmek: Hangi yoldan gideceğini bilememek, şaşırmak. "Çocuklar yollarını kaybetmişler, tam aksi yönde ilerliyorlardı."
Yolunu sapıtmak: Kötü yola düşmek, doğru yoldan ayrılmak. "Yolunu sapıtmış şu adamı Allah'tan başka kim doğru yola getirebilir?"
Yolunu yapmak: Bir işi olumlu sonuca ulaştıracak ya da mümkün kılacak girişimde bulunup hazırlık yapmak veya tedbir almak.
Yorgan gitti, kavga bitti: "Kavga, çekişme, anlaşmazlık nedeni olan şey ortadan kalkınca kavga da sona erdi." anlamında kullanılır.
Yorgunluğunu almak: 1. Yorgun kişi, yorgunluğunu gidermek için dinlenmek. 2. Yorgun birini dinlendirmek.
Yorgunluğunu çıkarmak: 1. Dinlenmek. 2. Yaptığı işten, dinlenmesini sağlayacak iyi bir haber alıp huzur içinde olmak.
Yörüngesine oturtmak: 1. (Uydu) istenilen yerde ve yönde hareket eder olmak. 2. Bir iş yoluna girmek, rayına oturmak.
Yufka yürekli: Çok duygulu olup olaylardan hemen etkilenip ağlayan, çok acıyan, üzülen kimse."Senin bu kadar yufka yürekli olacağını düşünemezdim.
Yük altına girmek: Sorumluluk gerektiren, ağır bir görevi kabul etmek. "Desene boş yere yük altına girmişiz biz."
Yük olmak: 1. Sıkıntılı bir işi başkasına yaptırmak. 2. Masraflarını başkasına ödetmek. "Çocuklarım artık bana yük olmuyorlar."
Yukarı tükürsem bıyık, aşağı tükürsem sakal: İki davranış, iki kimse, iki karşıt şey arasında bir tercih yapamama zorluğunu anlatmak için kullanılır.
Yüksek perdeden konuşmak: 1. Yüksek sesle konuşmak. 2. Meydan okurcasına sert konuşmak. 3. Yapılması güç şeyleri yapacakmış gibi abartılı konuşmak. "Bu adam yüksek perdeden konuşmaya bayılıyor."
Yükseklerde dolaşmak: Elde edilmesi zor şeyler istemek. "Yükseklerde dolaşmayı bırak da olabilecek bir şey iste."
Yükün altından kalkmak: 1. Üzerine aldığı ağır bir işi başarmak. 2. Gördüğü bir iyiliğin karşılığı olarak bir şeyler yapmak. "Onu bu yükün altından kalkamaz sananlar nasıl da yanıldılar."
Yükünü tutmak: Çok zenginleşmek, para ve mal kazanmış olmak. "Kısa zamanda yükünü tuttu bizim komşu."
Yumruk kadar: 1. Küçücük, bir yumruk büyüklüğünde ancak (nesne). 2. Küçük çocuk. "Yumruk kadar çocuktan dayak yediğin doğru mu?"
Yumurta kapıya gelmek: Yapılması gereken bir iş için zaman daralmış olmak, iş çok sıkışık zamana rastlamak. "Sen hep işleri yumurta kapıya gelence mi yaparsın?"
Yumurtaya kulp takmak: Hemen her şeye bir kusur bulmak, bahane bulmakta usta olup hiçbir şeyi beğenmemek.
Yumuşak yüzlü: Kendisinden istenilenleri geri çevirmeyen, kimseyi gücendirmek istemeyen kimse. "Yumuşak yüzlü olduğum için mi tepeme çıkıyorsunuz?"
Yüreği (içi) parçalanmak: Çok acımak, karşılaştığı bir durum sebebiyle çok üzüntü duymak. "Zavallının o hâlini görünce içim parçalandı."
Yüreği ağzına gelmek: Birden bire çok korkmak, kalbi yerinden fırlayacakmış gibi hızlı hızlı atmak. "Karanlık ve ıssız sokakta yürürken bir çığlık duydu, yüreği ağzına geldi o an."
Yüreği çarpmak: 1. Korku ve kaygı duyup merak etmek, bu sebeple tedirgin olmak. 2. Yüreği hızlı vurmak.
Yüreği dayanmamak: Çok acı duymak, acısına katlanamamak. "Ailesinin son ferdini de kaybedince yüreği dayanmadı ihtiyar kadının, yatağa düştü."
Yüreği ezilmek: 1. Üzülmek, çok acı duymak. 2. Çok acıkmış olmak. "İçim eziliyor, bir şeyler yemeliyim."
Yüreği kabarmak: 1. Midesi bulanmak. 2. Merak, kaygı, korku ve sıkıntı yüzünden derin bir soluk alma gereği duymak.
Yüreği kararmak: İçine bir karamsarlık, bir sıkıntı çökmek; iyimserliği ortadan kalkmak. "Yüreğin kararmasın, onu bulacağımızdan emin ol."
Yüreği pek: 1. Korkusuz, yürekli, çok cesaretli. 2. Yüreği katı. "Onca insanla baş etmeyi göze alıyor, yüreği pek bir insanmış demek ki."
Yüreği yanmak: 1. Çok fazla acımak. 2. Bir felâkete uğramak. "Yüreğim yanıyor, acısını bir türlü unutamıyorum."
Yüreğine (içine) dert olmak: Birine karşı ya da birinin kendine karşı yaptığı bir davranış sonradan kendisi için acı, üzüntü kaynağı olmak. "Ona yemek vermedim ama yüreğime dert oldu."
Yüreğine inmek: 1. Birdenbire ölmek. 2. Büyük ölçüde üzülmek. "Bu acı haberi verip de yüreğine indirmek mi istiyorsun?"
Yüreğine od düşmek: Yüreği yanmak, belli bir sebep sonucu büyük bir acı duymak, çok üzülmek. "Kim ki başkasının uğradığı felâket onun yüreğine od düşürür, işte adam odur."
Yüreğine su serpilmek: Duyduğu üzüntüyü hafifletecek bir haberle karşılaşmak, ferahlamak. "Demek mahkemeye başvurmaktan vazgeçmiş, yüreğime su serpildi doğrusu, yoksa olayı hemen herkes duyacaktı."
Yürekte var, elde yok:
Yetenekli olup imkansızlıklar yüzünden bunu geliştiremeyen insanlar için söylenir.
Yuvarlak hesap: Ayrıntıya girmeden, bir bütün sayıya yaklaşık olarak tamamlanabilen hesap. "Aldığımız mallar yuvarlak hesap yüz bin lira tuttu."
Yuvasını bozmak: Ev ve aile düzenini bozmak, dağıtmak, alt üst etmek. "Hiç sebepsiz yuvasını bozdu nankör adam."
Yuvasını yapmak: Birinin hakkından gelmek, hakettiği ceza ya da cevabı vermek. "Onun yuvasını yapmak ancak bana düşer."
Yuvasını yıkmak: 1. Birinin eşinden ayrılmasına yol açmak. 2. Bir kimse eşinden ayrılarak aile düzenini bozmak, yok etmek. "Zorla kadıncağızın yuvasını yıktılar, lânet olsun onlara."
Yüz bulmak: Kendisine gösterilen hoşgörüden yararlanma yoluna gidip şımarmak, hoşa gitmeyen davranışlarda bulunmak.
Yüz göz olmak: Senli benli olmak ve birbirinden çekineceği kalmamak, aradaki mesafe kalkmış olmak, lâubalileşmiş olmak. "İyice yüz göz olduk, beni artık dinlemiyorlar."
Yüz karası: 1. Utanılacak bir durum. 2. Ailesi, çevresi için utanç verici bir iş yapmak."Ailemizin o yüz karasını hiç kimse görmeye gitmeyecek, anladınız mı?"
Yüz vermek: Her istediğini yerine getirerek şımartmak; yakınlık göstererek, hoş görülü davranarak ölçüsüz hareketler yapmasına sebep olmak.
Yüz yüze bakmak: Yakın ilişki içinde bulunup, bu ilişkileri bir süre devam etmek. "Birbirimize iyi davranalım, epey bir zaman burada yüz yüze bakacağız."
Yüz yüze gelmek: 1. Birden karşılaşmak. 2. Bir araya gelmek. "Bu meseleyi yüz yüze geldiğiniz zaman konuşursunuz."
Yüze gülmek: 1. Sevimli, çekici görünmek. 2. Yalandan dost görünmeye çalışmak. "Yüze gülüp arkadan insanın ekmeğini alır onlar."
Yüze vurmak: İşlediği bir suçu ya da kabahati birinin açıkça yüzüne söyleyip onun utanmasına yol açmak. "Suçunu sakın yüzüne vurup da utandırma onu."
Yüzü görmemek: Kimi şeylere hiç sahip olamamak, onlardan uzak bulunmak."Çocuklar günlerdir et yüzü görmediler."
Yüzü gözü açılmak: 1. Çevresi ile ilişkilerini geliştirmeye başlamış olmak, dünyayı anlamaya başlamak. 2. İyiyi kötüyü, kendine yarayanı ayırt edici duruma gelmek.
Yüzü gülmek: 1. Sevinci yüz hatlarında anlaşılır olmak. 2. Neşelenip sıkıntıdan kurtulmak, feraha kavuşmak. "Bakıyorum yüzün gülüyor, sebebi ne ola ki?"
Yüzü kalmamak: Bir kimseye karşı pek borçlu bulunmak ve ondan artık bir şey isteyecek hâli kalmamak. "Bugüne kadar ne istedimse verdi. Artık yüzüm kalmadı, git, isteyebileceksen sen iste."
Yüzü sirke satmak: Yüzünden hoşnut olmadığı anlaşılmak, asık yüzlü olmak. "Baksana, yüzü sirke satıyor adamın."
Yüzü suyu hürmetine: Bir kimsenin hatırına değer verildiği için. "Hz. Peygamber'in yüzü suyu hürmetine Cenab-ı Allah, bizleri inşallah bağışlar."
Yüzü tutmamak: Bir şey istemeye ya da söylemeye çekinmek, cesaret edememek. "Babamdan para isteyeceğim ama bir türlü yüzüm tutmuyor."
Yüzü yok: "Bir şeyi yapmaya cesareti yok, öyle yanlışlıklar yaptı ki teklif etmeye utanıyor." anlamında kullanılır.
Yüzünden (suratından) düşen bin parça olmak: Sıkıntısı, öfkesi ve küskünlüğü yüz ifadesinden belli olmak. "Babamın yüzünden düşen bin parça, ne oldu yine?"
Yüzünden okumak: 1. Ezberden değil, yazılı kâğıttan ya da kitaptan okumak. 2. Neler hissettiğini, durumunu yüzünden anlamak. "Onun ne mal olduğu yüzünden anlaşılıyor."
Yüzüne kan gelmek: Benzi beti yerine gelmek, sağlığına kavuştuğu yüzünün kızarmasından belli olmak; soluk rengi geçmek. "İki şişe serum verdiler, sonunda yüzüne kan geldi."
Yüzünü ağartmak: Yakın çevresinin övünç duymasına neden olacak bir iş yapmak veya başarı kazanmak. "Uluslararası maratonda birinci gelerek milletin yüzünü ağarttı bu çocuk."
Yüzünü ekşitmek: Rahatsız olduğunu, hoşnut olmadığını, öfke duyduğunu yüz ifadesiyle belli etmek. "Haydi kalk, yüzünü ekşitme öyle, çok kalmayacağız onlarda."
Yüzünü kara çıkarmak: Yaptığı bir iş ya da davranışla birini utandırmak, mahçup duruma düşürmek. "Sakın onu gönderme, yüzünü kara çıkarır yoksa, pişman olursun!"
Yüzünü kızartmak: Birini utandırıp yüzünün kızarmasına yol açmak. "Onun utanacağı sözleri söyleyip de yüzünü kızartmadan duramaz mısın sen?"
Yüzünün akıyla çıkmak: Bir işe girip o işten başarı elde ederek, onurunu zedelemeden, utanılacak bir duruma düşmeden çıkmak.
Z
Zaman öldürmek:
Kimi şeylerle uğraşarak belli bir zamanın geçmesini sağlamak, boş şeylerle vakit geçirmek.
Zar tutmak:
Tavla oyununda istediği sayıyı getirmek için, atmadan önce, zarlara parmaklar arasında belli bir biçim verip öyle atmak.
Zar zor:
1. Güçlükle, zorla. 2. “Ucu ucuna, kıt kanaat, istenilen ölçüye ancak yaklaşabildi.” anlamında kullanılır.
Zart zurt etmek:
Bağırıp çağırarak, yükseklerden atıp tutarak çıkışmak; kendini büyük göstererek kaba kuvvet gösterisinde bulunmak.
Zembereği boşanmak:
1. Saatin zembereği kurulmaz duruma gelmek. 2. Kendini tutamayarak uzun uzun gülmek.
Zevahiri kurtarmak:
Bir işi gereği gibi değil de üstünkörü yapmak ve böylece söz gelmesini önlemek, görünüşü kurtarmak.
Zeytinyağı gibi üste çıkmak:
Bir konuda haksız olduğunu kabullenmeyerek kurnazlıkla kendini haklı ya da suçsuz çıkarmaya çalışmak.
Zihne dank etmek :
Uzun zamandır anlaşılamayan bir şeyi,herhangi bir olayın araya girmesiyle birdenbire anlamak.
Zihni bulanmak (karışmak):
Sağlıklı düşünemez olmak, olaylar arasındaki bağlantıyı kaybetmek, ne yapacağını şaşırmak.
Zıvanadan çıkmak:
1. Çok sinirlenip öfkelenmek, taşkınca hareketlerde bulunmak. 2. Delirmek, aklını oynatmak.
Züğürt tesellisi:
Kötü bir işte en önemli şeyi kaybettiği zaman bazı önemsiz, iyi olmayan bir yan bularak sevinmek ve kendini avutma.